21 Şubat 2013 Perşembe

BİR YILIN ARDINDAN BLOGUMUN DEĞERLENDİRİLMESİ





                                   
                                       21 Şubat 2013 tarihi itibarıyla blogumun izlenme istatistiği 

    2011 yılı Ekim ayı sonlarında benim için çok değerli olan bir tavsiye ile başlayan blog yazma sürecim bir yılı aştı ve 50’nci yazıya da ulaştı. Ben de, bu 51’nci yazı ile, bu geçen zaman içerisinde yayınladığım yazılarım hakkında yazıp, genel bir blog değerlendirmesi ile bu blogun geleceğini değerlendirmek istedim.
   www.canerinevreni.blogspot.com ismi altında faaliyet gösteren bu blogda şu ana kadar elli (50) yazı yayınladım. Blogun açılışından bugüne kadar kaba bir hesaplama ile 16 ay (68 hafta) geçmiş olduğuna göre kabaca "9 günde bir yazı” yazma gibi bir ortalamam var. Bu yazılar, bu yazıyı eklediğim şu ana kadar da 10.000 kişiyi aşan sayıda ziyaretçinin sitemi ziyaret etmesi ile sonuçlanmış ki, açık konuşmak gerekirse böyle yüksek bir ziyaretçi sayısını beklemiyordum. Elbette, bu ziyaretçilerin büyük çoğunluğu, arama motorunda aradığı bir kelimeden, konudan ve bir resimden yönlendirilerek siteye geliyor. Blogumu düzenli ya da düzensiz olarak takip edenler, toplam ziyaretçilerin % 15'ini oluşturuyor. Kalan % 85 ise, siteye bir kez uğrayıp gitmişler.    
    Bu siteyi açarken amacım, kendi ilgi alanım olan konular (başta bilimkurgu, az bilinenler veya bilinmeyenlerle, sanat, edebiyat ve filmler ile, kaliteli ve sağlıklı yaşama dair konular) ile ilgili olarak kaliteli bir içerik oluşturmak ve bunu yine kaliteli görsel malzemelerle ve kaynaklarla birlikte sunup ziyaretçilerle paylaşmak, hatta araştırma yapanlara faydalı olabilmekti.
     İnternette inceleme ve araştırma yazılarımla ilgili olarak araştırma yaptığımda dikkatimi çeken bir husus da, çoğu birbirinin kopyası olan siteler ve bazı site içeriklerinin “kes-yapıştır” mantığı ile yapılmış sayfaları olmasıydı. Bundan kaçındım ve tam tersine mümkün olduğu kadar içerik kopyalamadan ve özgün yazılar yazarak bir içerik oluşturmaya çalıştım. Hatta hem yazılarımın içinde hem de sonunda “Meraklısına İlgili Diğer Linkler” başlığı altında ilgili sitelere linkler verdim. Bu şekilde, ziyaretçilerin varsa ilave olarak aradıklarını daha kolay bulmalarını amaçladım.
     Bundan sonra kendi içinde bağımsız veya bir seri oluşturacak yazılar yazmaya devam edeceğim. Örneğin, yenilik olarak “Bu Filmler Kaçmaz” dizi yazısı altında kaliteli filmleri ayrıntılı olarak inceleyip; niçin seyredilmesi gerektiğini yazacağım. Önümüzdeki dönemde amacım, yazı yazma sıklığını artırmak olacak. 2014 yılı başına kadar yazı yazma aralığımı artırarak mümkün olursa ikiye katlamak istiyorum. Bakalım bu hedefe yaklaşabilecek miyim?

       Sitemde yapılan güncellemelerden haberdar olmak istiyorsanız ve her yeni yazı yayınlandığında e-mail yoluyla bilgilendirilmek istiyorsanız hemen sağ tarafınızdaki "FOLLOW BY EMAIL" kısmına elektronik postanızı  yazıp "Submit" kısmına tıklayabilirsiniz. İsterseniz internetteki herhangi bir hesabınızla "Bu Siteye Katılın" kısmına tıklayıp İzleyici olarak gözükebilirsiniz.       
    Aşağıda, çeşitli kategorilerde şu ana kadar yazdığım elli (50) yazının linkleri ve hangi kategorilerde yazıldıkları bulunmakta. Aşağıdaki yazıların üzerlerine tıkladığınızda ilgili yazıya da ulaşabilirsiniz. Benzer şekilde en üstte bulunan ”Etiketler” bölümünde de ilgili etiketin (örneğin “ Film Tavsiyesi” ya da "Kaliteli Yaşam") üzerine tıklayarak söz konusu kategorideki yazılara gidebilirsiniz.  Şu ana kadar sitede yazılanlarla ilgili hiç kimseden olumlu veya olumsuz bir e-mail almadım. Eğer yapıcı bir eleştiri olursa, siteyi geliştirmek adına değerlendireceğim. Sitemi düzenli veya düzensiz ziyaret edenlere teşekkür ediyorum. Başka yazılarda görüşmek üzere…

Aşağıdaki Yazılar 22 Ekim 2011-21 Şubat 2013 tarihleri arasında bu blogda yayınlanan yazılardır.


Edebiyattan ve Çizgi Romandan Sinemaya Uyarlama Yazıları Kategorisi:



Bilimkurgu Yazıları Kategorisi:

 
Kaliteli ve Sağlıklı Yaşam Yazıları Kategorisi:

Tasavvufta Yeme İçme Kültürü Ve Sofra Adabı: Derviş Sofraları (Kitap)


Diğer Araştırma ve İnceleme Yazıları Kategorisi:

Kitap Tavsiyeleri Kategorisi:


Film Tavsiyeleri Kategorisi:


Sergi – Müze ve İlgili Sanatçılara Dair Yazılar Kategorisi:


Deneme Yazılarım Kategorisi:


Öykülerim Kategorisi:


Güncele İlişkin Yazılar Kategorisi: 


6 Şubat 2013 Çarşamba

Pİ’NİN YAŞAMI (Life of Pi)(İnceleme)


              EDEBİYATTAN SİNEMAYA UYARLAMALAR–10


     Bu ay oldukça taze bir edebiyat uyarlamasından bahsedeceğiz. Dünyada çok satan bir kitaptan ve onun 2012 yılı sonunda gösterime girip bu yıl 2013 Oscar ödüllerinde tam 11 dalda ödül adaylığı bulunan film uyarlamasından bahsedeceğiz. Kitabımız ve filmimiz: Life Of Pi, yani Pi’nin Yaşamı. Yolculuk başlasın…


ÇOK SATAN BAŞARILI BİR KİTAP: Pİ’NİN YAŞAMI

    Dram-macera (hatta biraz da fantastik) türdeki Pi’nin Yaşamı romanı, esasen biraz da spiritüel bir yolculuk romanıdır. Yann Martel tarafından yazılıp Eylül 2001 yılında yayınlanmıştır. Kısa sürede Fransa, İngiltere gibi ülkelerde tanınıp ödüller kazanmaya başlamıştır. Edebiyat dünyasının prestijli ödüllerinden “Man Booker Ödülü”nü 2002 yılında kazanmıştır. Ayrıca 2003 yılında “Exclusive Books Boeke” Ödülünü ve Asya–Pasifik Amerikan Edebiyat Ödülünü kazanmıştır. Ülkemizde Temmuz 2003 yılında İnkılap Yayınevi tarafından ilk olarak basılmış, günümüze kadar birkaç baskı daha yapmıştır. Yaklaşık olarak dünyada 7 milyon satışlık bir başarıya ulaşmıştır.
    Romanda Piscine Molitor Patel isimli Hintli bir gencin yaşamından önemli bir kesite ve sıra dışı bir yolculuğuna tanık oluyoruz. Babası Hindistan’da bir hayvanat bahçesinin sahibi, müdürü ve işletmecisi olan bu genç, küçüklüğünden itibaren hayvanları gözlemleme şansına sahip ve onları tanımaya çalışıyor. Kitabın 114 sayfalık bu ilk kısmı, bize hem Piscine’i ve ailesini; hem de birçok hayvanı bir belgesel izler gibi tanımamızı sağlıyor. Öyle ki, hayvanların karakteristik özellikleri ile temel ihtiyaçlarının neler olduğu, nasıl sakinleştirip kontrol edilebilecekleri, onların huzurunu bozan şeyler, hangi durumlarda neler yapabilecekleri ayrıntılı olarak anlatılıyor. Yazarın bu bölümü yazarken sıkı bir araştırma yaptığı gözüküyor. Bu arada, ergenliğe adım atmış olan bu gencin dini inanç olarak sadece Hindu dinine bağlı olmadığını, diğer üç büyük dine de sempatiyle baktığını, hatta Hindu dininin yanı sıra Hristiyanlık ve Müslümanlığın bazı dini ritüellerini yaptığını görüyoruz. Dindar olmanın anlamının illa ki tek bir dine bağlı olmak olmadığını, diğer dinlere de saygıyla ve o pencereden bakmak demek olduğunu kahramanımız bizlere yansıtıyor.    
   İsmini Fransızcadaki “havuz” kelimesinden alan Pi, okulda ismi yüzünden alay ediliyor. O da güzel bir buluşla isminin “Pi” olarak çağrılmasını sağlıyor. Daha sonra ailesi hayvanların bir kısmını satarak, bir kısmını da gemiyle taşıtarak Kanada’ya (yazarın memleketi) taşınmak zorunda kalıyor ve bir gemi yolculuğu sonrası romanın esas sürükleyici bölümü ikinci kısımda başlıyor. Deniz kazası olduktan sonra kurtarma filikasında kendisinden başka Richard Parker isimli bir Bengal kaplanı, Portakal suyu isimli bir orangutan, bacağı kırık bir zebra, bir sırtlan olduğunu fark ediyor. Bir de fareler ve sinekler. Bir metre derinliğinde, 8 metre boyunda ve 2.5 metre boyundaki filika, yaşanacak birçok sürprize ev sahipliği yapmaktadır…

KİTAPTAN BAZI BÖLÜMLER:

“… Kaplanlar, diğer bütün hayvanlar gibi şiddeti bir hesaplaşma amacı olarak görmezler. Hayvanlar, öldürülmeyi göze alarak öldürmek uğruna kavga ederler…”
“… Terbiyecinin yapması gereken tek şey, süpermen konumunu aralıksız sürdürmesidir. Kademe düşerse bu ona pahalıya mal olur. Hayvanlar arasında düşmanca saldırgan davranışlara neden olan şey, toplumsal güvensizlik ifadesidir. Karşınızdaki hayvanın yerini bilmesi gerekir, gerek altınızda gerekse üstünüzde…”
“… İmam ve papaz başlarını salladılar. “’Ama bir insan aynı anda bir Hindu, bir Hristiyan ve bir Müslüman olamaz. Bu olanaksız. İçlerinden birini seçmeli.” ‘“Bunun suç olduğunu zannetmiyorum ama sanırım haklısınız”’ diye cevap verdi babam…”Bapu Gandhi “’Tüm dinler gerçektir.”’ demişti. Ben yalnızca Tanrı’yı sevmek istiyorum”’ sözleri ağzımdan kaçtı ve yüzüm kızararak bakışlarımı yere çevirdim….”
“…Bir küreğe tutunmuş, karşımda erişkin bir kaplan, altımda köpek balıkları, tepemde fırtına ile Pasifik Okyanusu’nun ortasında yapayalnız ve öksüz kalmıştım. Başarma şansımı mantıklı olarak düşünebilseydim, mücadele etmekten kesin vazgeçer ve köpek balıkları tarafından yutulmadan önce boğulacağımı umarak küreğin ucunu bırakırdım. Ama bu göreceli güvenlik anlarımın ilk dakikaları boyunca aklımdan hiçbir düşünce geçtiğini anımsamıyorum. Havanın aydınlandığını bile fark etmemiştim. Küreğe tutundum. Tanrı bilir neden, yalnızca küreğe tutundum…”



 "Allah’a şükürler olsun, Dünyaların Efendisi, Kıyamet Günü’nün Merhametli, Şefkatli Hükümdarı!” diye mırıldandım. (Orjinal baskıdaki kitapta burada Kuran'dan Fatiha Suresi'nin ilgili ayetlerinin söylendiği Türkçe baskısında belirtilmektedir. Yani söz konusu bölüm orjinalinde "Elhamdülillahi rabbil alemin, er rahmanir rahim, maliki yevmiddin" şeklindedir) Richard Parker‘a dönüp “Titremeyi kes” diye bağırdım. “Bu bir mucize. Bu Tanrısallığın kanıtı. Bu…bu…” öylesine harika ve gerçek dışı bir şeydi ki, ne olduğunu bulamamıştım. Soluksuz, sözcüksüz kalmıştım. Kollarımı ve bacaklarımı açarak brandanın üzerine uzandım. Yağmur iliklerime işliyordu. Ama gülümsüyordum. Üçüncü derece yanıklara neden olacak bu elektrik çarpmasını, gerçek mutluluğu hissettiğim ender anlardan biri olarak anımsarım…”
    
YAZAR YANN MARTEL KİMDİR?:
    Kanadalı yazar Yann Martel, 25 Haziran 1963 yılında Salamanca’da (İspanya) doğmuştur. Babasının diplomat olmasından dolayı Kosta Rika, Fransa, Meksika gibi ülkelerde de bulunmuştur. Yetişkinliğinde Türkiye, İran, daha çok da Hindistan gibi ülkelerde zamanını geçirmiştir. Halen Kanada’da yaşayan yazar, ilk kitabı olan “Seven Stories”i 1993 yılında yayınlatmıştır. Esas ününü Pi’nin Yaşamı kitabıyla yapmıştır. Bu romanla en kayda değer ödüllerden olan Man Booker Ödülünü kazanmıştır. “Self” isimli ilk romanı da Kanada’da “İlk Roman Ödülü” kazanmıştır.

       

Romanın tanınmasına ABD Başkanı Obama da dolaylı olarak katkıda bulunmuştur. Birkaç yıl önce yazara gönderdiği mektupta roman için “Tanrı’nın varlığının zarif bir ispatı” şeklinde düşüncesini belirtmiştir. “Pi’nin Yaşamı” kitabı dikkati çekip ödüller kazandıktan sonra, bu romanın Brezilyalı yazar ve fizikçi Moacyr Scliar’in “Max and Cats”(1990) isimli romanından intihal yapılarak yazıldığına dair haberler çıkmıştır. Bu romanla kendi romanı arasında kayda değer benzerlikler taşıdığı bazı edebiyat otoriteleri tarafından ve medya tarafından belirtilmiştir. Scliar’in romanında da Berlin’de Nazi’lerden kaçan bir Yahudi ailesinin hayvanat bahçesindeki hayvanlarla birlikte yolculuğu ve bu yolculukta geminin kaza geçirmesi söz konusuydu. Bu hayvanlar arasında bir de jaguar vardı. Yazar Martel, “konuyu aşırma” suçlamaları ile ilgili olarak ilgili kitabı bildiğini fakat okumadığını söylemiştir. Yazılanlara göre iki yazar, konuyu aralarında halletmişler ve Yann Martel, kitabın konusundan esinlendiğini ve yazarına da kitabının sonraki baskılarında (yazar Scliar’e) teşekkür mahiyetindeki ifadeleri dış ülkelerdeki bazı baskılarda yer almıştır. En azından “bir esinlenme” söz konusu olsa da, yazar Martel, yazdığı romanla mevcut konuyu çok iyi geliştirmiş ve yazmıştır.
   Yann Martel halen Kanada’da Montreal’de yaşamaktadır. Kanada Başbakanına her hafta kitap yollaması ile ilgili olarak “Kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri bir gün benim kâbuslarıma dönüşebilir” diye açıklama yapmıştır. 


Pİ’NİN YAŞAMI’NIN BAZI UYARLAMA DENEMELERİ:
   Eser, 2003 yılında İngiltere’de bir tiyatro oyununa uyarlanmıştır. Bu uyarlamada sadece altı kişi rol almış, Richard Parker isimli Bengal kaplanını da bir oyuncu canlandırmıştır. Romanı resimlemek ya da romanın yeni baskısında kullanılmak üzere resimlerinin yapılabilmesi için bir yarışma açılmış ve bu yarışmayı Tomislav Torjanac kazanmıştır. Eserlerinden örnekler için: www.torjanac.com sitesini ziyaret edebilirsiniz.



Daha sonra romanı filme çekmek için çalışma başlatılmış, fakat çeşitli zorluklarla karşılaşılmıştır. Bazı otoriteler ve hatta film yapım şirketleri tarafından eserin filme uyarlanmasının zorluğu gündeme gelmiş; “filme uyarlanamaz” denmiş, bu nedenle eserin filme çekilmesi projeleri çeşitli nedenlerle gerçekleşmemiştir. Daha sonra yönetmenlerle görüşmeler başlamış ve M.Night Shyamalan, Alfonso Cuaron, Jean Pierre Jeunet ile görüşülmüş, fakat bir sonuca varılamamıştır. Yönetmen Jeunet, filmi CGI bilgisayar teknolojisi yerine gerçek hayvanlarla çekmeyi önermiş, fakat projenin çok daha uzun sürecek olması ve diğer nedenlerle vazgeçilmiştir. Daha sonra filmi yönetecek olan Ang Lee ile anlaşmaya varılmıştır. Yönetmen Lee de kitabı ve senaryoyu okuduktan sonra hemen ikna olmamış “Sanatsal ve ekonomik yönleriyle filme çekmek çok zordu” diye çekincesini belirtmiştir.       
  
ÇOK BAŞARILI VE SADIK BİR UYARLAMA FİLM: Pİ’NİN YAŞAMI (2012)

Yukarıda kitaptan bahsederken daha çok deniz yolculuğu öncesi ilk bölümden bahsetmiştik. Deniz kazası yaşandıktan sonraki bölümünden de bahsederek devam edelim. 16 yaşındaki vejetaryen Hintli genç olan Pi Patel, taşıdığı farklı inançlarla fakat daha çok hayatta ısrarla kalmasını sağlayan “yaşamaya derinden inanma azmiyle” sıra dışıdır.
   İki saat süreli olan filmde (ve tabii romanda) spiritüel gerçekler de alt okuma olarak yansıtılmaktadır. Örneğin yolculuğa deneyimsiz ve ne yapacağını bilmeyen bir genç olarak başlayan kahramanımız yolculuğunu, tüm yaşadıkları ile bir yetişkin olarak tamamlayacaktır. Ya da yolculuk boyunca karşılaşacağı susuzluk, açlık, bilinmezlik, ölüm korkusu gibi yaşamasına engel olan şeyler ve bunlara verdiği tepkiler biraz da herkesin yaşamda başına gelebilecek her tür durumda vermemiz gereken tepkilere veya kabullenmelere atıfta bulunmaktadır.

 

Film, güzel bir Hint şarkısı eşliğinde (Pi’s Lullaby isimli şarkı_ Videosu için: http://www.youtube.com/watch?v=6fr1trE54oU ) ve hayvanat bahçesi görüntüleri ile başlıyor. Pi’yi 5 yaşında, 12 yaşında,  daha çok 16 yaşında, ara sıra da başından geçenleri anlatan 40 yaşındaki bir yetişkin olarak görüyoruz. Deniz kazası sonrasında Büyük Okyanus’ta 227 gün boyunca geçen olaylar yarı masal tadında ve enfes görüntüler eşliğinde iki saat boyunca  izleyiciye sunuluyor. 



FİLMLE İLGİLİ BAZI DETAYLAR:
Filmde kullanılan CGI Bilgisayar destekli teknoloji ile umut edilenden daha başarılı sonuçlar alınmış, özellikle kaplan Richard Parker ile diğer hayvanlar gerçek hayvanlarmış gibi canlandırılmıştır.
Film, 2013 Oscar Ödül adaylıklarında 11 farklı kategoride adaylığa ortak olmuştur. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo ödülleri başta olmak ve kalan adaylıklarda da daha çok görselliğe ait olan teknik kategorilerde Oscar Ödül adaylıkları bulunmaktadır. En azından teknik bazı kategorilerde rakiplerini geçmesi rahatlıkla beklenebilir.
Film, IMDB sitesi verilerine göre şimdiden 8.2 gibi yüksek bir puana ulaşmıştır.
Film ülkemizde +13 yaş kategorisi ile gösterime girmiştir. Gerekçe “şiddet ve korku” dozudur. Diğer ülkelerde PG, yani Parental Guidance (Anne baba refakatinde veya onayı) sınıflaması ile gösterime giren film (küçük çocukların hayvanlarla ilgili kimi şiddet sahneleri nedeniyle), ülkemizde nedense PG-+13 sınıflaması ile gösterime girmiştir.
Dört yıl aradan sonra bu filmi yöneten Ang Lee’yi, filmde gemide yolculuk yapan bir kişi olarak görebilirsiniz.
Filmi çeken Fox 2000 Pictures şirketi, filme 120 milyon dolarlık bir bütçe ayırarak önemli bir riske girmiş, fakat sonuçta başarılı olmuşlardır. Filmde tanınmayan oyuncuların kullanılması, hayvanları canlandırmada bilgisayar teknolojisinin nasıl bir sonuç vereceğinin tam olarak kestirilememesi önemli soru işaretleri olarak gözüküyordu.
Filmde zaman zaman gözüken turuncu rengi, biraz da Hindistan’ın baharatlarına gönderme yapan ve hayatta kalmanın (filika-can simidi vb.) sembol rengidir. Tabii bir de Richard Parker’ın…

 

Senaryo (David Magee), kitaptan çok başarılı bir şekilde oluşturulmuştur. Romanda anlatılan her durum ve olay elbette filmde yer almamıştır fakat, senaryo romanın ruhunu tamamıyla verebilmeyi başarmış, yönetmen de bu fırsatı iyi kullanmıştır. Bunun yanında romanda bulunmayan (kaplanın denizde yüzmesi sahnesi gibi) veya çok kısa geçilen (gemi içindeki diyaloglar gibi) kimi sahneler, filme ayrı bir renk katmıştır. Filmin romana sadık kalmış oldukça başarılı bir uyarlama olduğunu, yukarıdaki iki resme bakarak da fark edebilirsiniz. Sol taraftaki resimde romanın orijinal kapağı, sağ taraftaki resimde de filmden bir sahne görülmekte. Kişisel olarak gerek romanı okurken, gerekse filmini seyrederken büyük keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Romanda okuduklarınızın filmde hayal ettiğinize yakın bir şekilde gerçekleştiğini görmek insana ayrı bir keyif veriyor. Bu ayki Oscar Ödül Töreninde bu film önemli başarılar elde eder, çok sayıda ödülü elde ederse ülkemizde filmin belki yaz aylarında yeniden vizyona girme şansı da olabilecektir. Eğer filmi izlemediyseniz, özellikle 3D gösterimi sunan sinemada seyretmenizi tavsiye ederim. Yazar Martel de film uyarlamasını beğenmiş ve okurlarını filme gitmesini tavsiye etmiştir.
  BLOG NOTU:  Film, yaşama mücadelesi ve azmi ile inanç kavramları üzerinden evrensel bir temayı çok başarılı olarak yansıtmaktadır. Filmin "En İyi Film" dalında Oscar alma şansı esasen bu nedenle yüksektir. Fakat, Oscar ödüllerini dağıtan Amerikalı Akademi üyelerinin milliyetçilik damarlarının kabarmak istemesi nedeni ile "Argo" veya "Lincoln" gibi filmleri seçmesi de çok olağan karşılanmalıdır. "Life Of Pi"nin teknik dallarda bazı Oscar ödüllerini kazanması bence neredeyse kesin gibidir. 
 
SON SÖZ VE DİĞER BAZI SEÇENEKLER:
    Sonuç olarak ister Pi’nin Yaşamı kitabını, ister filmini sıkılmadan okuyabilir veya izleyebilirsiniz. En güzeli, önce romanı okuyup sonra filmini izlemek olacaktır. Özellikle filmdeki olağanüstü zengin görselliği izlemek için dahi film izlenmeye değerdir. 2013 Oscar ödüllerinde en azından bu kategoride ödül almaması şaşırtıcı olacaktır. Filmin, gelecek yıllarda bir “klasik film” olması da oldukça olasıdır.   
    Bu roman ve film ile ilgili olarak diğer benzer seçeneklere bir göz atalım: (Aşağıda ismi geçen kitap ve film isimlerinin üstüne tıklayarak ilgili linklere ulaşabilirsiniz)
Romanın yazarı, hayatta kalma ve denizde kazanma mücadelesi ve yabani hayvanlarla yaşamak veya karşılaşmak konulu kitap ve çizgi roman seçenekleri şunlar olabilir:
Baykuş Kitap’tan çıkmış olan “Bağdat’ın Aslanları” çizgi romanını okuyabilirsiniz. 2003 baharında bir Amerikan bombardımanı sırasında bir aslan sürüsünün hayvanat bahçesinden kaçarak Bağdat sokaklarında başıboş gezmesi gerçek haberinden ilham alınarak yazılıp çizilmiş bu grafik romanı, hem gençler, hem de yetişkinler beğeniyle okuyacaktır.
AKUT Yayınlarından çıkmış olan “Yabani Hayvanlarla Yaşamak” kitabını isterseniz edinip okuyabilirsiniz. Özellikle bulunduğu konum itibarıyla, sakatlanmış, yaralı, hasta veya bitkin yabani hayvanlarla karşılaşma ihtimali bulunan insanlara kılavuzluk etmek üzere, yaban hayat veterineri Ahmet Kütükçü tarafından hazırlanmış bu rehber kitap size yardımcı olacaktır. 
     Ernest Hemingway’in kısa romanı olan “Yaşlı Adam ve Deniz” kitabını okuyabilir veya okutabilirsiniz. 100 Temel Eser kapsamında olup çocuk ve gençlere okutulması tavsiye edilen bu kısa romanda yaşlı bir adamın denizde bir kılıç balığını yakalamakla ilgili verdiği mücadele, sade bir anlatımla veriliyor. Yazar Yann Martel’in Türkçe’ye çevrilmiş diğer romanı olan “Beatrice ve Virgil” isimli kitap da diğer bir seçenek olabilir. Benim okumadığım bu romanda aç ve korku dolu bir eşek Beatrice ile Virgil isimli bir maymunun epik yolculuğu konu ediliyor.

Ya da Türkiye’de yayınlanan ilk Ken Parker çizgi romanı olan ve Alaska başlığı altında “Beyaz Balina” ismiyle yayınlanan, Parantez Yayınları’ndan (sonra Rodeo Kitap) yeni baskısıyla “Ken Parker-Denizde Av” ismini alan macerayı okuyabilirsiniz (Yeni-Altın Seri No:9). Yer yer “Moby Dick” romanı ve filminden tatlar içeren bu macerada, insan ruhundaki acımasızlık ve doğanın tahribi konu ediniliyor.

Vahşi hayvan ile dostluk, denizde hayatta kalma ve denizde kazanma mücadelesi konulu film seçenekleri ise şunlar olabilir:
Bir çocuk ile bir çitanın sıra dışı dostluğunu anlatan hoş bir aile filmi “Duma” iyi bir seçenek olacaktır. Benzer bir çocuk/gençlik veya aile filmi olarak Free Willy filmi de (IMDB Notu:5.6) katil bir balina ile bir çocuğun dostluğunu anlatmakta. Yönetmen Alfred Hitchcock’un neredeyse tek mekanda çektiği siyah beyaz film Lifeboat (Yaşamak İstiyoruz) bir deniz kazası sonrası kazadan kurtulanların bir kurtulma sandalında  verdikleri yaşam mücadelesine başarıyla odaklanıyor.
     Yaşlı Adam ve Deniz filmini/filmlerini seyredebilirsiniz. Romandan yapılan ilk uyarlamada, Spencer Tracy’nin başrol oynadığı 1958 yapımı olan gerçek bir klasik film (burada)(IMDB Notu: 6.9) ve bence seyredilmesi gerekli de bir film. Aynı romanın 1990 yapımı ve başrolünü Anthony Quinn’in oynadığı ve IMDB Notu:6.4 olan diğer bir uyarlama film (burada) de mevcut. Fakat, 1999 yapımı olan Aleksandr Petrov’un yönettiği Old Man and The Sea isimli animasyonu seyretmenizi özellikle tavsiye ederim. 20 dakikalık bu animasyon filmi Youtube sitesi üzerinden ve http://www.youtube.com/watch?v=W5ih1IRIRxI adresinden İngilizce altyazılı olarak ya da hemen aşağıdaki video bölümünden de izleyebilirsiniz. (IMDB Notu: 8.0) 



Bu animasyonun yapımı için 29.000 yağlı boya resim oluşturulmuştur. Adeta flu ve epik bir rüya tadı veren bu sanat eseri de romanın çok başarılı bir uyarlaması. 2000 yılında “En İyi Kısa Film Animasyon Oscarı” alan filmin ayrıca 11 farklı ödülü de bulunmakta. 

    2000 yılı yapımı Mükemmel Fırtına (Perfect Storm)(IMDB Notu:6.3) isimli film de başka bir seçenek olabilir. Bu filmin konusu, denizde bir fırtınaya tutulmakla ilgili ve gerçek olaylara dayandığı iddia ediliyor. Başka bir seçenek, Tom Hanks’in başrolünde oynadığı ve Robert Zemeckis yönetmenliğindeki Yeni Hayat (Cast Away), (IMDB Notu: 7.6). Bir uçak kazası sonrası ıssız bir adaya düşen bir adamın hayatta kalma mücadelesine ortak olduğumuz bu film başarılı ve güzel bir filmdir.

    Yönetmen Ang Lee’nin en iyi filmlerinden olan ve Uzakdoğu dövüşünü bir şiir estetiğinde çektiği Kaplan ve Ejderha (IMDB Notu:7.9) filmini de seyretmenizi tavsiye ederim. Yönetmen Lee, bu film ile dünya çapında tanınmaya başlamış ve bu filmi En İyi Yabancı Film ödülü dahil olmak üzere dört Oscar ödülü almıştı. Bu filmin devamının bu sene çekileceği belirtilmektedir.     
Bir de denize düşen bir çiftin köpek balıkları ile birlikte yaşadığı kabus dolu saatleri anlatan Açık Deniz (Open  Water)(2003) filmi de diğer bir seçenek olabilir.(IMDB Notu:5.8)

MERAKLISI İÇİN İLGİLİ DİĞER LİNKLER:
  
Filmin 2013 Oscar adaylığı da bulunan müziğinin (soundtrack) Ambika Jois ve Amal Lad tarafından yorumlanan diğer bir videosu burada.
 

22 Ocak 2013 Salı

BLOW UP- CİNAYETİ GÖRDÜM (Kitap ve Film İncelemesi)



                EDEBİYATTAN SİNEMAYA UYARLAMALAR–9  
Bu ay, bir roman veya çizgi roman uyarlaması değil, bir öyküden uyarlamayı daha doğru bir ifadeyle bir öyküyü ve bu öyküden esinlenerek yapılmış filmini inceleyeceğiz. Öykümüz ve filmimiz: “Blow Up”, Türkçe’ye uyarlanmış ismiyle “Cinayeti Gördüm”.


BİR FOTOĞRAFÇININ OBJEKTİFİ VE YAŞADIKLARI İLE İLGİLİ “CİNAYETİ GÖRDÜM” ÖYKÜSÜ VE KİTABI:
      Julio Cortazar’ın “Oyunun Sonu” (End Of The Game) isimli öykü kitabında, orijinal ismiyle “Las Babas del Diablo”; İngilizce’ye “Devil’s Drool” olarak çevrilen bir öyküsü de bulunuyordu. Türkçe’ye “Şeytan’ın Saçmalaması” ya da “Şeytan’ın Salyası” olarak çevrilebilecek, çeşitli imgelerle yüklü bu öykünün ismi, bir filme esin kaynağı olduktan sonra; öykünün sonraki basımlarında ismi değişecek ve “Blow Up” (“Büyütme” veya “Şişirme”) ismini alacaktı. (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisine göre Cortazar’ın öyküsünün Türkçe isim karşılığı olarak “Blow Up”= ”Büyüdükçe” olarak anlamı gösterilmektedir.) Daha sonradan öyküye ve filme verilen “Cinayeti Gördüm” ismi, muhtemelen pazarlaması daha kolay olduğu ve daha cazip bir isim olduğu için tercih edilmiştir.
    Bu öykünün konusu basitti ve öykü de kısa bir öyküydü. Paris’te yaşayan Şili asıllı bir çevirmen olan Roberto Michel, boş zamanlarında amatör fotoğrafçılık da yapmaktadır. Bir gün yaptığı yürüyüş sırasında bir parkta bir çift görür. Aralarında bir anne-oğul kadar yaş farkı olan bu çiftin birbirlerini daha yeni tanıyan veya yeni tanışmış kişiler olduğunu fark eder ve onları gözetlemeye başlar; en uygun anlarında da fotoğraflarını çeker…Öykü, bu olayın görüntüsünde anlatıcı Michel’in karmaşık duygu, düşünce ve tepkilerine ağırlık veriyor.

   Can Yayınları’nın “Cinayeti Gördüm” ismiyle yayınladığı öyküler, yazar Cortazar’ın iki farklı öykü kitabından derlenen toplam 13 öyküden oluşmaktadır. Bu kitaptaki öykülerin çoğu “Final del Juago (1956)_ End Of The Game” isimli öykü kitabından ve daha azı da Bestiario (1951) ile Las Armas Secretas (1964) isimli öykü kitaplarından derlenmiştir. Türkçeye nitelikli bir çeviri olarak hem bir yazar hem de bir çevirmen olan Nihal Yeğinobalı tarafından kazandırılmıştır. İlk baskısını 1996 yılında yapmış olan öykü kitabı halen son baskısı olan 3’ ncü baskısını 2009 yılında yapmıştır.  

“CİNAYETİ GÖRDÜM” ÖYKÜSÜNDEN BAZI SATIRLAR:

“ …Tükenmişlikle baş etmenin birçok yollarının en iyilerinden biri fotoğraf çekmektir; insan bu beceriyi çok erken yaşta edinmeli, çocuklara öğretmelidir; çünkü disiplin, estetik eğitim, keskin göz, sağlam sinirli eller gerektirir. Sıradan bir foto muhabir gibi pusuda yatıp yalanlar yakalamak, Downing Sokak No. 10’dan çıkan VIP’lerin şapşal silüetini şipşaklamak değil benim söylediğim. İnsan elinde fotoğraf makinesiyle dolaşırken hangi konuda olursa olsun gözünden hiç bir şey kaçırmamakla sanki yükümlüdür. Güneş ışınlarının birden kıvançla eski bir duvardan yansımasını, bir somun ekmek, bir şişe sütle evine giden bir kız çocuğunun saç örgülerinin kopardığı koşuyu kaçırmamak zorundadır. Fotoğrafçı her zaman makinesinin sinsice yaptığı baskılara karşın kendi kişisel dünya görüşünde direnmeye çalışır…

… Her şeyi makinenin penceresine sığdırarak fotoğrafını çektim. İkisinin de beni görmüş olduklarını o zaman anladım. Durmuş bana bakıyorlardı. Çocuk şaşırmış, soru sorar gibiydi. Ama kadın sinirlenmişti; yüzü de gövdesi de sımsıkı bir düşmanlık belirtiyordu: oyuna gelmiş ufak kimyasal bir hayale yansıyarak küçük düşmüştü…

 …Kadın kimsenin izinsiz fotoğraf çekmeye hakkı olmadığını söyleyerek filmi ona vermemi istedi. Düzgün bir Paris aksanı taşıyan, tınısıyla canlılığı giderek artan buruk, duru bir sesle. Bana gelince, filmi elimden alıp almayışı umurumda değildi. Gelgelelim beni tanıyan kime sorarsanız söyler size: Benden bir şey isteyecekseniz tatlılıkla isteyin. Bu yüzden ben de kamuya açık yerlerde fotoğraf çekmenin yasak olmadığı, tersine özel ve tüzel kişilerce onaylandığı görüşünü dile getirmekle yetindim…” (Can Yayınları- 3 ncü Baskı Kasım 2009)

YAZAR JULİO CORTÁZAR KİMDİR?
     Gerçek ve tam ismiyle Jules Florencio Cortazar, sonradan tanınan ve bilinen ismiyle Julio Cortazar, 26 Ağustos 1914’de Brüksel’de (Belçika) doğdu. Aslında Arjantin’li olan yazar, kısa hikaye, roman ve deneme yazıları ile ünlendi. Ailesinin yaşadıkları yerleri değiştirmeleri ile Zürih, Barselona gibi yerlerde kısa süreli kaldı ve anne babasının boşanmaları ile tekrar Buenos Aires’e döndü. Arjantin’de öğrenim gördükten sonra, öğretmenlik ve çevirmenlik yaptığı sıralarda Peron hükümetinin uygulamalarından duyduğu düş kırıklığıyla ülkesini terk ederek Paris’e yerleşti. 1981’de Fransız uyruğuna geçti ama Arjantin vatandaşlığından da ayrılmadı.


    1950’li yıllarda 40’lı yaşlarında yayımlanan Hayvan Öyküleri, Oyunun Sonu, Gizli Silahlar isimli öykü kitaplarını, 1963’de başyapıtı kabul edilen Seksek isimli romanı izledi. Bu romanında geleneksel romanın olay örgüsünü altüst eden bir yapı kurdu. Üstelik belli bir sona ulaşmayan açık uçlu bir romandı. Ayrıca, Manuel’in Kitabı ve Mırıldandığım Öyküler kitapları da önemli eserleri arasındadır. Edgar Allan Poe’nun yapıtlarını İspanyolca’ya çeviren Cortazar, son yıllarında kendini insan haklarına adadı ve UNESCO’da çalıştı. 12 Şubat 1984’de 70 yaşında Paris’te öldü. 
   Meslektaşı ve vatandaşı Borges ile birlikte çağdaş Arjantinli yazarların en büyüklerinden biri kabul edilir. Latin Amerika öykücülüğü denilince akla önce Jorge Luis Borges, sonra Cortazar gelir. Her ikisi de “büyülü gerçeklik” denilebilecek alanda yazmışlardır. Cortazar’ın, öykülerde

17 Aralık 2012 Pazartesi

ŞEB-İ ARUS VE MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ



                                                  Mevlana ve Şems-i Tebrizi’nin Aziz Ruhlarına Saygılarımla…


MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN HAYATI: Mevlana’nın hayatına ilişkin bilgiler ve resimler, ilerleyen günlerde buraya eklenerek yazı güncellenecektir.

MEVLANA’NIN YAKLAŞAN ÖLÜMÜ VE ŞEBİ ARUS: 
    1273 yılı sonbaharına gelindiğinde Mevlana’nın soluk buğday yüzü hafifçe sararmaya başladı, kısa ve düzgün sakalındaki kırçıl sakalları daha da arttı. Uzun ve zayıf vücudu, tevazu ve hiçlik duygusuyla birlikte öne biraz daha eğildi. Geceli gündüzlü yazılan Mesnevi tamamlanmıştı. Bu arada riyazete de devam etmekteydi. İri ve ela renkli gözleri ise parıltısını koruyordu. Bu gözlerine çoğu kimse dikkatle bakamıyordu. Bu sıralarda Konya’da sık sık depremler olmaktaydı. Halk sokaklara fırlayıp zaman zaman çadırlarda kalıyordu. Yine büyükçe bir deprem olduktan sonra Mevlana “ Korkmayınız, yerin karnı acıktı. Son günlerde yağlı bir lokma istiyor. İnşallah muradına çabuk vasıl olur da, siz de üzüntüden kurtulursunuz” dedi.
    Bu depremden birkaç gün sonra da bir daha ayağa kalkamadı ve yatağa düştü. Yapılan tüm tedavilere rağmen ateşi düşmüyor, nabzı hep yüksek atıyordu. Bu durumu kırk gün kadar sürdü. Konya halkı ve ileri gelenleri bu duruma çok üzülüyorlardı. Eşi Kerra Sultan da bunların başındaydı. “Keşke, Mevlana’nın yüzlerce yıllık ömrü olsaydı da dünyayı hakikat ve mana incileriyle doldursaydı” dedi. Mevlana, bu sözlerin üzerine “ Niçin yüzlerce yıllık ömür? Bizi ne sandın? Biz ne Firavun, ne Nemrud’uz. Bizsiz bu yalan dünyada huzur ve karar nasıl olur? Biz,başkalarına faydalı olalım diye bu dünya zindanında kaldık. Yoksa kimin malını çalmışız ki mahpus olalım.” dedi. Sonra da baş ucundakilere “Bu dünyadan göçeceğim diye hiç üzülmeyiniz. Ne halde olursanız olun, sizinle beraberim. Hz. Peygamberin “Benim ölüm de dirim de sizin için hayırlıdır” sözünü ben de aynen tekrar ediyorum. Bunun manası, benim dirim, doğru yolu göstermek, ölümüm de yardım etmek içindir.” dedi.
    17 Aralık 1273 Pazar günü, kış olmasına rağmen hava parlak güneşliydi. Mevlana, “Canı, sen aldıktan sonra ölmek şeker gibi tatlı. Seninle olduktan sonra, ölüm tatlı candan daha tatlı” diyordu. Akşam güneş batarken Mevlana da Hakk’a kavuşmuştu. Tüm Konya’da bir feryat koptu. Son hizmetler yerine getirildi ve ertesi gün cenaze kaldırılmak üzere hazırlandı.
     18 Aralık sabahında salalarının okunması ile şehir, cenazeyi kaldırmaya hazırlandı. Cenazesi medresenin avlusundan çıkarıldıktan hemen sonra alanda sanki kıyamet koptu. Ne Konya, ne başka bir yer böylesi değişik insan gruplarını görmemişti. Sultanlar, emirler, bilginler, cahiller, imamlar, papazlar, siyahlar, beyazlar, her dinden, her ırktan, her mezhepten, her sınıftan ve kılıktan insan ilk defa Mevlana’nın cenazesi önünde heyecanla toplanmışlardı. Sanki yazmış olduğu rubaisindeki “ Gelsin, varlık namına ne varsa gelsin… Kâfiri, putperesti, Mecusi’si gelsin” mısraı bugün için söylenmiş gibiydi. Halk, tabuta el sürebilmek için hücum etti. Birbirlerini çiğnediler. Tabutu taşıyanlar bir türlü ilerleyemiyordu. Buna bir çare bulmak için birisi atıldı ve “ Müslüman olmayanlar çekilsin!” diye bağırdı. Kimsenin orayı terk etmeye niyeti yoktu. Tam tersine kalabalık daha da artıyordu.
    Cenazenin ilerlemesi ve mevcut durumu çözmesi için halktan bir grup, Başvezir Sahip Ata Fahreddin Ali ile Emir Süleyman Pervane’ye şikayette bulundular: “Mevlana, Müslümanların şeyhidir. İseviler (İsa Peygamberin dinine mensup olanlar), Museviler, diğer dinlerden olanların aramızda işleri ne? Bunlar hangi yüzle cenazeye geliyorlar? Çekilip gitsinler, biz de rahatça vazifemizi yapalım” dediler.
    Bunu işiten hahamlar ve papazlar atıldılar: “Hayır, bu din padişahı bizim reisimiz sayılır. Biz, Musa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz peygamberlerin hareket ve kişiliğini O’nda gördük. Siz Müslümanlar nasıl Mevlana’yı devrin Muhammed’i olarak görüyorsanız, biz de zamanın Musa’sı olarak biliyoruz.” Dediler. Bir başkası:” Yetmiş iki millet sırını bizden işitir. Biz bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney’iz.” demedi mi diye destekledi. Başka dinden olanlar da benzer sözler söylediler:” Güneşi bütün alem sever, siz güneşi bizden nasıl mahrum edersiniz?” dediler. 


   Cenaze güçlükle ilerleyebildi. Atlı muhafızlar, sopalarla halkı kovmasına rağmen halkın hücumu bitmedi. Tabut birkaç kez kırıldı ve tamir edilmek zorunda kalındı. Çünkü tabutu tutan da bir daha bırakmak istemiyordu. İkindi vaktine doğru, ancak musalla taşına tabut konabildi. Cenaze namazını, Mevlana’nın vasiyeti gereği Sadreddin Konevi kıldıracaktı. Dostu olan Konevi, tabuta yaklaştı biraz sendeledi. Sonra da heyecandan yere yığılıp bayıldı. Kadı Siraceddin hemen öne geçip namazı kıldırdı. Ancak akşam güneş batarken namaz kıldırılabildi. Tam bu anda gök kızıl

4 Aralık 2012 Salı

DOKUZ KEHANET-CELESTINE PROPHECY KİTAP VE FİLMİ



             EDEBİYATTAN SİNEMAYA UYARLAMALAR–8

                                           Zihninizle değil, ruhunuzla bakın                      
                                                                           Dünyaya açılmak için bekleyen                                                                                  Ve bizden önce zaten gelmiş olan hayata bakın
                                                                           Daha yakından bakın ve görecek gözleri bulun 

                                                                                                         Celestine Prophecy Filminden.




   Bu ay, tüm dünyada çok satmış Celestine Prophecy, bizde çevrilmiş ve yayınlanmış ismiyle “Dokuz Kehanet” isimli romandan ve bunun aynı isimli film uyarlamasından bahsedip, “kehanet” olgusuna da göz atacağız.

DOKUZ KEHANET (CELESTINE PROPHECY) ROMANI ve KONUSU:
    Romanın ismi, Peru’da _sözde_ Celestine Harabeleri’nde arkeolojik olarak bulunan el yazmalarındaki bilgilere atıfla “Celestine Kehaneti” şeklinde konmuştur. Ülkemizde ise bu isim, romanda bahsedilen “9 Anlayış”, ya da “9 Bilgi”den yola çıkılarak “9 Kehanet” olarak konulmuştur. Gerçekte böyle bir yer yoktur ve böyle kehanetler de bir yerlerde bulunmamıştır. Bazı internet sitelerinin bunları gerçekmiş gibi yazdığını biraz şaşırarak da olsa gördüğüm için bunu belirtmek istedim. Roman, 1993 yılında James Redfield tarafından yazılmış ve çok kısa sürede kendi baskısı olarak yaklaşık 100.000 adetlik bir başarıya ulaştıktan sonra, 1994 yılından itibaren Warner Books tarafından yayın hakları satın alınmıştır. Kitap, New York Times Çok Satanlar Listesi’nde üç yıl devamlı olarak kalmış ve şu ana kadar tüm dünyada 40’ı aşkın ülkede, 23 milyonu aşan bir satış grafiğine ulaşmıştır.  


    Romanın konusuna gelince, kahramanımız (filmdeki ismiyle John), yılar önceki arkadaşı Charlene ile buluşur. Arkadaşı kendisine, arkeolojik bir kazıda Peru’da bir harabede Aramik diliyle yazılmış olarak bulunan bazı el yazmalarından bahseder. Bu el yazmalarının dokuz öğretiyi kapsadığını fakat bunları elde etmenin pek de kolay olmadığını belirtir ve kendisinin Peru’ya gitmesini tavsiye eder. Bu çağrıya uyan John, uçakla Peru’ya gitmeye karar verir. Gerek uçakta, gerekse Peru’ya gittikten sonra uygun eşzamanlılıklarla ve durumlarla bu yolculuğunda karşısına çıkması gereken _ yardımcı olan ya da engelleyici konumda olan_ kimseler karşısına çıkmaya başlar. Örneğin spiritüel konulara ve el yazmaları ile ilgili bilgilere hâkim olsan Will ile tanışacak, yine kendisi gibi el yazmalarını araştıran Marjorie isimli genç bayanla da bu arayışı birlikte sürdürecektir. John, bu arayışını gerçekleştirirken sadece el yazmalarını değil, kendisini ve yaşamı daha iyi tanıma ve keşfetme yolculuğuna da çıkmış olacaktır. Her bir öğretiye ulaştıktan sonra diğer öğretinin kapsamına da ulaşmak için çaba göstereceklerdir. Esas amaç, kimsenin bilmediği ve tüm öğretileri kapsayan dokuzuncu öğretiyi bulup öğrenmek olacaktır. Üstelik bu sonuncusu, yazılı da değildir. Fakat, Peru hükümeti ile birlikte kilise, askeri güçleri de kullanarak bu araştırmacıları saf dışı etmek ve el yazmalarını imha etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır…    
     Romanla ilgili benim dikkatimi çeken bir husus da, her bir öğretiye ilerlenirken romanın içinde daha önce bahsedilen geçmiş öğretilerin sık sık hatırlatılması oluyor. Yazar, adeta bunları bize öğretmeye azmetmiş gözüküyor ve bu didaktik tavrı biraz göze çarpıyor. Ayrıca, romandaki “iyiler”in her zaman doğruları fark eden, algıları neredeyse daima açık, neredeyse tümünün insanlardaki enerji alanlarını gözle görebilen kimseler olmaları da romandaki gerçeklik duygusunu biraz zedelemekte. Fakat, bunlara karşın Yeni Çağ öğretileri ve bilgileri, yeterli tekrar yapıldığı için özümsenmiş oluyor. Ayrıca, bu bilgiler macera ve kovalamacıların içerisine başarılı bir şekilde enjekte edildiği için roman kolay ve akıcı bir şekilde okunabiliyor. Elbette romanda macera, bir fon teşkil etmekte; buna eşlik eden “bilgiler” merak uyandırmaktadır. Bu bilgilere uzak olanlar için roman, safsata türü gözükebilecek iken; az çok “insan enerjisi, aura, chi, insanın evrimleşmesi (tekamül)” gibi kavramlara alışık olanlar için oldukça cazip bir roman olabilecektir. 


DOKUZ KEHANET KİTABINDAN BAZI AFORİZMALAR:

Çoğu insan, yaşamı boyunca başka insanların enerjisini sahiplenmenin peşinde koşar.
Sevmek için kendini zorlamayacaksın, sevginin içine girmesine izin vereceksin.
Annenin yaşantısında değiştirmek istediğin hususlar, gerçekte kendi yaşamında değiştirmek istediğin hususlardır.
Hepimiz hayatımızın belli dönüm noktalarını dikkatle inceleyip, bunları evrimimizin ışığında sorgulamalıyız.
Geçmişi berraklaştırmak, bireysel yollarla çocukluğumuzda öğrendiklerimizi kontrol etmekle başlar. Bu alışkanlığımızdan bir kez kurtulduk mu, kendimizi daha yüksek seviyedeki evrimsel kimliğimizde buluruz.
Sevgi duyamazsan kendine zarar verirsin, sevgi sayesinde titreşimlerini yüksekte tutarsın ve sağlıklı olursun.

3 Aralık 2012 Pazartesi

BENİM GÖZÜMDEN… (ÖYKÜM)



                                               BİR RESİM, BİR ÖYKÜ - 2

Blog Notu:  Aşağıdaki öykü, Notos Öykü ve İki Aylık Edebiyat Dergisi'nin (Ekim-Kasım 2012) 36’ncı sayısında yayınlanan, Diane Arbus imzalı aşağıdaki fotoğraftan esinlenerek yazılmıştır. 

   “Onun elinden tut Robert, elinden sıkı tut!” 
   “Tutuyorum tabii Samantha, bak işte!” 
   Babamın elimi sıkı sıkı sıkı kavrayışını sanki dün gibi hatırlıyorum ve tabii annemin benimle ilgili ona yaptığı ikazları… 
  Evden dışarı çıkmamız saatler sürerdi. Bazı akşamlar ve tabii hafta sonları dışarı çıkacağımızı kolaylıkla anlardım: Annemi uzaktan seyrederek… Önce annemin kıyafetlerini tek tek üzerinde denemesi, makyajını uzun uzun aynada yapması, takılarını bir bir ayna önünde denemesi, sonra kız kardeşimi hazırlaması, babamın giydiklerini beğenmeyip değiştirtmesi, sonra babama benimle ilgili talimatlarını vermesi. “Onun saçını taradın mı Robert?”, “O, açık renk pantolon giymedi değil mi Bob? Biliyorsun yere düştüğünde çabuk kirleniyor.” ya da “ Çabuk çıkart şu üzerindekini tatlı çocuk. Anneni üzmeyeceksin yine, değil mi?” 
 Cynthia ile aramda beş yaş fark vardı. Güzel ve alımlı Cynthia, tıpkı annesi gibi… Cynthia en güzeli olmalıydı, en alımlı, en göze çarpan... ”Cynthia, canım benim! Sana bu beyaz elbiseyi aldım, prensesler gibi gözükeceksin bununla.” Evet, prenses olmaya çok az kalmıştı, üstelik daha kolejde okurken. 
  “Yılın Meleksi Güzeli” yarışmasına daha bir yıl varken evde hazırlıklar başlamıştı. Oturup kalkma ve yürüme dersleri, gözleri kocaman açarak bakış fırlatma ve dönerken eteği zarafetle dalgalandırma denemeleri… Kız kardeşim yarışmada ikinci oldu. Yarışmada sonuçlar açıklanırken annemin adeta şok olduğunu hatırlıyorum ve hatta kız kardeşimin de. Eve dönünce kriz büyümüştü. “Bob, ama bu gerçekten haksızlık; birincilik kızımın hakkıydı.” Babamın “Ama güzelim ikincilik de çok güzel” sözü ikisini de yatıştırmamıştı. “Neler diyorsun Bob? Kızımın hakkını yediler, niye anlamıyorsun?” Cynthia’nın o akşam, çok ağlamaktan gözleri şişmişti. Anne-kız, en sonunda ikincilik tacını da yere atıp parçaladılar. Annemin bana dönüp “Şuna bak, yine hiç tepki yok. Yoksa kıskanıyor musun kardeşini?” demesini, babamın o sırada bir kızına, bir karısına şaşkın gözlerle bakmasını, ona baktığımı görünce de mutfağa gidişini dün gibi hatırlıyorum.



     Bundan yıllar önce çektirdiğimiz fotoğraflardan birine bakıyorum, o zaman farklı şeyler var mıydı? Sanırım, o fotoğrafçı kadın dışında yoktu. Yıllarca unutmadığım, unutmak da istemediğim o kadının çektiği bu fotoğrafa bakınca, üzülmekle sevinmek arasında kaldığımı fark ettim. Birlikte şehri gezmeye gittiğimiz o zaman, Cynthia annesinin kucağında daha bebekmiş, bense küçük bir çocuk. Babam henüz saçlarını dökmemiş ve sanırım o zaman da annemin sözünü dinleyerek elimi tutmuş. Annemi söylemeye gerek var mı? Yine bakımlı, yine havalı, yine her şeye hâkim… Yüzünü hayal meyal olsa da, fotoğrafı çeken kadını gayet iyi hatırlıyorum. Bana bakıp bakıp yüzümü okşamasını, “Ne tatlı bir çocuk bu” deyişini, sonra anne ve babamla

TASAVVUFTA YEME İÇME KÜLTÜRÜ VE SOFRA ADABI: DERVİŞ SOFRALARI (KİTAP)

                                                                                         Biz bu dünyada bir kuşuz.                                                                                          Her yöne uçup gideriz.                                                                                                Hakk’ın nimetlerin yiyip                                                                                           Suların içip gezeriz.                                                                                                                                Eşrefoğlu

       Geçen hafta Aşure Günü dolayısıyla bir yazı hazırlamış ve Tekke Aşuresi’nin tarifini de siteme eklemiştim. Bu vesileyle, benim de yararlanmış olduğum Sahrap Soysal’ın hazırladığı güzel bir eseri yeri geldiği için tanıtmak istiyorum. Kitabın ismi, Derviş Sofraları. Ciddi emek verilerek hazırlanmış bu kitap, sadece bir yemek kitabı değil, geçmişten günümüze kadar, bizlere kaldığı kadarıyla tasavvufta yeme ve içme kültürünü tanıtan, bunun yanı sıra da Mevlevilikte, Ahilikte ve Alevi Bektaşilikteki yemek kültürünü ve bazı yemek tariflerini bulunduran güzel bir kitap. 
      Kitapta önce Kaygusuz Abdal’ın yazdığı Yeme İçme Destanı isimli ilginç bir şiiri yer alıyor. Sonra tasavvufla ve geçmişteki tarikatlar ile Osmanlı İmparatorluğu’ndaki işlevleri konusunda kısa tanıtım sayfaları bulunuyor. Sonra da, daha geniş kapsamlı tasavvuf erbabının yeme içme kültürü ve adabı incelenip, çorbalar, et yemekleri, pilavlar, tatlı ve helvalar ile hoşaflar, tekke yemekleri kültüründe yer alma şekliyle inceleniyor. En sonunda da kitabın en geniş kapsamlı bölümü olan yemek tarifleri bulunuyor. Bu bölümde bamya çorbasından Mevlevi sütlacına, Belh Özbek pilavından Baklava Sufi’ye kadar 63 Mevlevi yemeği tarifi var. Ovmaç çorbasından pekmezli hasudaya, şaştım aşı yemeğinden cevizli yumurta tatlısına kadar da 17 Ahi yemeği tarifi bulunuyor. Tavuklu Bektaşi pilavından Pohut tatlısına, tahinli haşhaşlı kömbeden ekmek helvasına kadar da 63 Alevi Bektaşi yemeğinin tarifi var. Yani toplamda 143 yemeğin tarifi kitapta yer alıyor. Tariflerin arasında da Mevlana’dan Yunus Emre’ye kadar birçok güzel deyiş yer alıyor.


Derviş Sofraları Kitabından, Tasavvuftaki Yeme-İçme Kültürüne Ait Bazı Hususlar:  

- Meyve hamken dala tutunur, tıpkı dünya malına yapışmış ham insan gibi; olgun meyve kendin bırakır yere, tıpkı dünya malında gözü olmayan olgun insan gibi…
- Ahi Evran’ın kurduğu Anadolu’daki bir esnaf örgütlenmesi olan ve tasavvufi bir nitelik taşıyan Ahi toplantılarında, uzun ve soğuk geçen kış toplantılarında sohbet ve oyun oynanırdı. Özellikle helva sohbetleri meşhurdu. Bu toplantılarda hindi dolması, börek, gözleme gibi yiyeceklerin yanında baklava, revani, kaymaklı kayısı tatlıları yenir, şerbet ve boza içilirdi. Helva olarak çoğunlukla gaziler helvası veya sütlü irmik helvası yenirdi.
- Ahilik geleneğinin çeşitli uzantıları oldukça azalarak da olsa birçok yerde değişik isimlerle devam etmektedir. Kütahya ve Çankırı’da yaren teşkilatı, Ankara’da delikanlı teşkilatı, Antalya’da keyif (gezmesi), Kastamonu’da erfane, Tokat ve Şanlıurfa’da sıra gezme…vb.
- Kütahya’nın Gediz ilçesindeki “yarenlik” teşkilatı toplandığında, önce sütlü ya da yoğurtlu bir çorba yenir. Arkasından hindi kızartması veya dolması ile su böreği yenir. Ağız değiştirmek için yenen helva ya da höşmerimden sonra bol limonlu bamya, pilav ve hoşafla yemek sona erer. Gecenin ilerleyen saatlerinde sazlar çalınıp türküler söylenir ve oyunlar oynanır. Geç vakit helva ve kabak tatlısı yenir.