30 Ekim 2011 Pazar

BİLİMKURGU YAZARLARI İLE RÖPORTAJLARIM (Röportaj)

     2008 yılından itibaren Türkiye’deki bazı bilimkurgu yazarları ile yaptığım röportajları aşağıdaki linklerde görebilirsiniz. Bilimkurguya ilginin gençlerden başlayarak ülkemizde daha da fazla olmasının, bunun paralelinde bilimkurgu yazarlarımızın sayısının ve yayınladıkları eserlerin ve elbette okur sayısının artmasının, ülkemizin aydınlık bir geleceğinin oluşması açısından önemli görüyorum. Umarım siz de bilimkurgu okur ve okutursunuz…

Mehmet Emin Arı ile yaptığım röportaj metninin linki: 
 





Akın Başal ile yaptığım röportaj metninin linki:   






  Haldun Aydıngün ile yaptığım röportaj metninin linki:  


29 Ekim 2011 Cumartesi

BİLİMKURGU YAZILARI-1 (İnceleme)

                              TÜRKİYE’DE BİLİMKURGU VE GELECEĞİ
                                                                   Tüm Bilimkurgu Severlere...

      Bilimkurgu, ülkemizde uzun yıllar, hatta dünyada da bir dönem “kaçış edebiyatı” olarak küçümsenmiş, hak ettiği saygıyı pek görememiş önemli bir türdür. Kaçış edebiyatı tanımlaması bazen çok yanlış olmasa da, çoğu zaman oldukça yetersiz, tek taraflı ve haksız bir etiketlemedir. Bu tanımlamanın nedenlerinden biri de bilimkurgunun ve takipçilerinin hâlihazırdaki mevcut dünyayı kabul etmeyip alternatif dünyalar içinde “hayal kurma” özgürlüğüne sahip olmalarıdır.     
       Bilimkurgu sadece gelecekle ilgilenmez. Çok genel olarak geçmişte, günümüzde veya gelecekte teknolojinin ve bilimsel gerçeklerin araştırma, buluş ve kuramların ışığında yazılmış öyküler, romanlar, senaryolar, bunları bütünleyen desenler, resimler, film, dizi film gibi dramatize eserler; hatta besteler, aygıtlar, dekorlar ve her türlü yaratılmış formları (yaratık, kent, ülke vb.) kapsar. Bu eserlerin içerisinde bilimsel bir açıklama, gerçeklik veya dayanak varsa bu bilimkurgudur. Eğer hiçbir bilimsel gerçeklik ve dayanak yoksa bu fantezidir. Yüzüklerin Efendisi veya Harry Potter eserlerindeki sihir, havada uçmak gibi fenomenlerin, bilimsel bir açıklaması olmadığı için bu ve benzerleri fantezi eserlerdir.
       Dünya’da batı ülkeleri başta olmak üzere bilimkurgu alanındaki tüm faaliyet ve gelişmeler, maalesef Türkiye’dekilere oranla hem nitelik hem de nicelik olarak çok ileridedir. İster edebi türdeki yazın eserleri olarak, isterse illüstrasyon, dizi film veya film türündeki görsel eserleri olarak, maalesef bilimkurgu alanında yeterli sayıda ve kaliteli eserler veremiyoruz. Az sayıdaki kaliteli olanlar da maalesef halka ulaş(a)mıyor. Bu türdeki eserleri, özellikle Batı kaynaklı olmak üzere uzaktan izler konumdayız. Elbette ülkemizde çok az sayıda da olsa bu alanda verilen eserler mevcut, fakat yeterli olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Bu dar kapsamlı inceleme yazısında; bunun nedenleri, ülkemizde bilimkurgunun niçin etkin olamadığı ve ülkemizde bilimkurgunun olası geleceği konusunda görüşlerimi sıralayacağım.

28 Ekim 2011 Cuma

ON KÜÇÜK ZENCİ (İnceleme)


EDEBİYATTAN SİNEMAYA UYARLAMALAR–2

        Dünyada 100 milyonun üstünde baskı ve satış başarısı gösteren çok az sayıda kitap vardır. Bunlardan en bilinenleri (dini kitaplar haricinde), Yüzüklerin Efendisi (Üçleme) (J.R.R. Tolkien), Hobbit (J.R.R. Tolkien), İki Şehrin Hikayesi (Charles Dickens) romanlarıdır. Genelde fantastik ve dram türünde olan bu çok satmış eserlerin arasında gerilim-polisiye tarzında tek bir kitap bulunur: Agahta Christie’nin On Küçük Zenci isimli romanı. Bu ay, On Küçük Zenci romanını ve sadece sinemadaki değil; geniş bir yelpazedeki uyarlamalarını inceleyeceğiz.

 Cinayetin Kraliçesi’nden Bir Polisiye-Gerilim Klasiği: ON KÜÇÜK ZENCİ Romanı

     Tartışmasız olarak cinayet romanlarının kraliçesi olarak kabul edilen Agahta Christie (1890-1976), çok sayıda roman, tiyatro oyunu ve öyküye imza atmıştır. Yazdığı 80 adet roman ve 180 kısa öyküde, özellikle Miss Jane Marple ve Hercule Poirot isimli iki önemli kahramanı edebiyat dünyasına hediye etmiştir. Özellikle “Kim Yaptı” türünde ağırlıklı olmak üzere sonucu merak edilen ve pek de kolay tahmin edilemeyen ama tutarlı açıklamaları olan ve bu nedenle de beğenilen gerilim ve cinayet eserlerine imza atmıştır. 60 yıla yaklaşan yazarlık hayatında, bir ara İstanbul’a gelip Pera Palas’ta da kalan yazar, bu romanını 1939 yılında yazmıştır.

                              
      Romanın ilk basımındaki adı, “Ten Little Niggers” dır. Yani, On Küçük Zenci. Daha sonra bu isim, o dönemlerde ırkçı bir ifadeyi çağrıştırdığı için “And Then There Were None” (Ve Sonra Hiç Kalmadı) olarak yayınevi tarafından değiştirilmiştir. Daha sonraki film ve tiyatro uyarlamalarında da “Ten Little Indians” (On Küçük Kızılderili) ismi kullanılmıştır. Ülkemizde halen Altın Kitaplar Yayınevi’nin baskısını yaptığı “On Küçük Zenci” romanı kitapçılarda bulunmaktadır. Romanın geçmiş yıllarda diğer yayınevleri tarafından yapılmış baskıları da sahaflarda bulunabilir. 
         
      Roman, “Kim Yaptı? (Whodunit = Who done it) yani “Katil Kim” türünün en başarılı eserlerindendir. Üstelik buna dış dünyaya kapalı ve kaçışı olmayan ıssız ada ortamı da eklenince gerilim dozu, roman ilerledikçe artar. Konu basit gibi gözükmektedir: Bir hafta sonu Zenci Adası isimli bir ıssız adaya tatil amacıyla 10 kişi davet edilir. Bu konuklar, değişik yaş ve meslek gruplarında kişilerdir. Adaya vardıklarında kimsenin tanımadığı davet sahibinin, ortalıkta olmadığı konuklarca anlaşılır. Bunun şaşkınlığı daha giderilememişken ilk akşam yemeğinde gramofondan bir ses kaydı duyulur. Bu ses, _hizmetli olarak çalışan iki kişi de dahil olmak üzere_ bu 10 kişiyi geçmişte kendilerinin yakın çevrelerindeki bazı kişilerin ölümlerine neden oldukları için suçlamaktadır. Yaşanan bu şok atlatılmadan ilk ölüm de meydana gelir. Kısa bir süre sonra da ikincisi. Artık, hepsi teker teker öleceğini anlamışlardır. Adadan kaçmak mümkün değildir. Ada iyice aranır ama kendilerinden başka adada kimse yoktur. Peki katil kimdir?

22 Ekim 2011 Cumartesi

V FOR VENDETTA (İnceleme)

EDEBİYATTAN SİNEMAYA UYARLAMALAR–1

         Benim biraz değişik bir konuda hobim var. Okuyup beğendiğim roman, çizgi roman hatta öykülerin _ eğer varsa_ film uyarlamalarını arayıp buluyorum ve tabii sonra seyrediyorum. Nadiren de tersini yapıyorum. Yani filmini seyrettiklerimin kaynak eserini bulup okuyorum. Elbette her film uyarlaması beklentilerimi karşılamıyor. Okuduğum eserdeki derinlik, hayal gücü vb., filme yeteri kadar yansıtılamamış oluyor. Bir parça hayal kırıklığı tabii...Ya da tam tersi, yönetmenin ilgili roman, öykü veya çizgi romandan parlak bir bakış açısı veya derinlik yakalaması ve bunu bizlere sunması  ile keyfim yerine geliyor. Okuduğumdan edindiğim zevk, bu kez görsel bir zevk haline gelip ikiye katlanıyor.  O zaman film de, ona kaynaklık eden edebi eser de gözümde daha çok değerleniyor.
       Bundan sonra her ay _ bir aksilik olmazsa _ bu sayfalarda (Gölge E-Dergi’de)  benim geçmiş zamanlarda yaptığım bu zevkli yolculukların eserlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. Buyurun, yolculuğa başlıyoruz:

                      Bir Çizgi Roman Klasiği: V FOR VENDETTA

     Çizgi roman tarihinde saygın bir yeri olan “V For Vendetta”’yı Alan Moore yazmış ve David Lloyd resimlemiştir. Normalde 10 sayılık bir çizgi roman serisi olan bu eser 1981’ de kurgulanmaya başlanmış, 1980’li yıllarda fasikül olarak çıkmaya devam etmiş, en son DC Comics tarafından 1988 yılında toplu olarak yayınlanmıştır. Ülkemizde ise Arka Bahçe Yayıncılık tarafından 2006 yılında yayınlanmıştır. Eser, saygın bazı yayınlarda ve listelerde “En İyi 100 Çizgi Roman” arasında gösterilir.


   
    
        Konu İngiltere’nin geleceğinde geçer, bu da 1990’lı yılların sonlarıdır. Ülke faşist bir yönetim altında ve sözde “demokrasi” ile yönetilmektedir. Halk, uygulanan politikalardan dolayı genelde korku içerisindedir ve sesi pek çıkmamaktadır. Bu duruma karşı gelen ve “V” ismi ile bildiğimiz şahıs, maskesi, şapkası ve pelerini ile ortaya çıkar ve geçmişte kendisine yapılanların intikamını da katarak savaşı tek başına başlatır. Kimlik olarak gerçekten İngiliz tarihinde yaşamış olan Guy Fawkes karakterini _ tabii giysi ve maskesini de_ kendisine örnek alan V, daha sonra Evey karakteriyle karşılaşacak ve heyecan dozu gittikçe artacaktır. Guy Fawkes, İngiliz Parlemento binasını 1605’in 5 Kasım günü havaya uçurmak istemiş fakat yakalanarak 1606’da idam edilmiştir. Halen İngilizler 5 Kasım’da “Guy Fawkes Günü Eğlencesi” düzenlerler ve G.Fawkes kuklasını yakarlar ve eğlenirler. Alan Moore, çizgi romanda ise, bu karakteri İngiliz halkının tersine V karakteri aracılığıyla yüceltir ve onun niçin bu şekilde davrandığına odaklanır...

GURBETTEKİ YARALI KUŞ (Öyküm)

                                                                                                              Tüm kalbi kırıklara...

-         Haydi, konuş artık benimle şu konuyu. Biliyorsun söz vermiştin, bir gün anlatırım demiştin.
Genç kız, konuşan kız arkadaşına baktı. Gözlerini tekrar uzaklara çevirdi. Alt dudağını dişlerinin arasında sıkıştırmaya devam etti.
      -  Yeter artık Nurgül. Kendine zulüm ediyorsun böyle yapmakla. Odaya kapanmalar, saatlerce uzaklara bakıp bakıp durmalar. Gerçi sen bazen dışarı çıkıp saatler boyu kaybolduğun da oluyor ama seninle hiç birlikte dışarı çıkıp gezmedik. Bu kadar depresif olduğunu bilseydim inan senin yanına gelmezdim cadı kız. Bak, bırakıp giderim ona göre.
Nurgül tebessüm ederek tekrar kız arkadaşına baktı ve konuşmaya başladı:
     -  Tamam, anlatacağım Hande dedi ve arkadaşının kolundan tutarak diğer eliyle koltuğu işaret etti. Birlikte koltuğa oturdular.
-          Ha şöyle. Bu güzelliğe somurtmak yakışıyor mu hiç?
-          Nereden başlayayım bilmiyorum. Sanırım en başından anlatmak en iyisi dedi.
-         Nasıl istersen. Haftalar sonra “Evet-Hayır” dışında böyle konuşman da güzel.
-         Onunla ilk önce sinema kuyruğunda karşılaştık. Sırada hemen önümde duruyordu. Hayır, yakışıklı denemezdi. Giyimi de çok sıradandı. Üstelik biraz... nasıl diyeyim; şaşkın hatta safça bir hali vardı. Ama gözleri... Gözleri bir tuhaftı. Derler ya gözler kalbin aynasıdır. Bu söz bu çocuğa yakışıyordu. O tertemiz, içten bakışları beni gerçekten etkilemişti.
-         Önce sen mi konuştun?
     -   Onunla oynamak istedim. İçimden belki buna değmez ama ne zararı var dedim. O bir çift kocaman anlamlı gözü tekrar tekrar görmek istiyordum işte. Bilet gişesine yaklaşırken omzuna dokunarak filmle ilgili bir soru sordum. Sonra havadan sudan bir iki konuda konuştuk. O ürkek ama sevecen bakışlarını bana daha çok doğrultmaya başladı. Bunu başaracağımı zaten biliyordum.
     - Bu güzelliğine hangi erkek dayanabilir ki? Zümrüt yeşili gözler, kıvırcık uzun saçlar, harika bir vücut ve endam.     
     - Saftirik çocuk – evet önceleri kendisine içimden böyle diyordum – bana bakıp gülümsemeye çalışıyordu. Kendime güvenimden yakışıklı, çekici çocuklara bile pek yüz vermem, ama bu çocukcağız sevinsin dedim içimden. Hatta bunun kız arkadaşı bile yoktur dedim içimden. Oynamaya devam ettim. Madem güzel bakıyorsun, birazcık seviniver diyordum içimden. Keşke başlamasaymış.
-          Kader işte. Herkesin kaderi güzel olmaz ki...
-         Sonra filme girdik. İkimiz de tek başına olduğumuzdan sanırım, gişedeki kız ikimizi yan yana koltuklara vermiş. Sen istersen buna tesadüf de, ben demiyorum. Filmi yan yana izledik. Onun bana ilgisini ve heyecanını hissedebiliyor, ara sıra görebiliyordum.  
-          Bir şey yapmış mıydı? Yani...
-   Yok, hayır hayır. Kesinlikle öyle girişken veya arsız tiplerden değildi. Hatta sinemanın koltuğunda bile beni rahatsız etmeyecek şekilde benden uzaktan oturuyordu. Birkaç defa yanlışlıkla eline ve koluna çarpmış gibi yaptım. Tepki göstermedi, ben de elimi eline yaklaştırarak hafifçe temas ettirdim. Kafasını bana çevirdi ve kocaman açılmış sevinç dolu gözleriyle bana bakarak gülümsedi. 
-          Sonra?
-          Sonrası benim daha çok yönlendirmelerim ile başlayan buluşmalarımız ile devam etti.
-          O olaydan önce kaç kez buluşmuştunuz?
-          Üniversitedekileri saymazsak dışarıda 4-5 defa galiba.
-          Onu unutamıyorsun biliyorum. Seni çok etkilemiş miydi? Demek istiyorum ki...

FARKLI SEVGİ DİLLERİNDE BİRLEŞEBİLMEK (Deneme)


Çok yerinde ve güzel bir tavsiye üzerine alıp okuduğum bir kitap, bu yazının konusunu oluşturuyor. Kitabın esas ismi, “Beş Sevgi Dili”. Esas diyorum, çünkü kitabın yazarı yıllar sonra kitabını güncelleyerek bir de yalnız kişiler için aynı temelde bir başka sürümünü yazmış: “Yalnızlar İçin Beş Sevgi Dili”. Esasen her iki kitabın da temeli aynı, üstelik her yaştan ve her kesimden kişiyi ilgilendiriyor. Bu kitaplarda bahsedilen temel husus şu: Sevdiğimiz insanlara gerçekten ihtiyaç duyduğu “şekilde” sevgimizi yansıtabiliyor muyuz? Kendimizin ve elbette onların “sevgi dilini” biliyor ve ona göre davranabiliyor muyuz?
      Genç-yaşlı, evli-bekâr, eğitimli-eğitimsiz hemen her insanın ihtiyaç duyduğu ortak bir şey var. Bu, bizim hayatta mutlu olup olmamamızı da etkileyen en önemli şey: Sevme ve sevilme ihtiyacı. Bu dünyada hem seven, hem de sevilen insanların, aynı şekilde mutlu olduklarını da görür veya biliriz. Bizim de bu mutluluğu yaşamamız veya yaşam kalitemizi artırmamız için en azından bilmemiz gereken temel bir husus var: Her insan farklı şekillerde sevgiyi algılayabiliyor ve farklı şekillerde de bu algısına göre sevgisini dile getiriyor. Tabii anlayabilene…
      Temelde 5 farklı sevgi dili olduğu tespit edilmiş. Duygusal olarak sevgiyi ifade etmenin beş yolu şunlardan oluşuyor:

  1. Onaylayıcı Kelimeler
  2. Hediye Alma
  3. Hizmet Eylemleri
  4. Kaliteli Zaman
  5. Fiziksel Temas

       Her insan yukarıdaki beş sevgi dilinden en az birini ağırlıklı olarak diğerlerinden daha çok olarak sevdiği veya sevebileceği insanlara kullanıyor. Üstelik diğer insanlar tarafından bu sevgi dili ile kendisine “ulaşılması”nı bilinçli olmadan da olsa istiyor. Diğer sevgi dillerini daha az fark ediyor hatta hiç fark etmeyebiliyor...

TÜM ERDEMLERİN PINARI: DÜRÜSTLÜK (Deneme)

      İlk yazımın konusunun biraz özellikli olmasını istedim ve neredeyse tüm insanların hasret kaldığı çok önemli bir kişilik özelliğine; dürüstlüğe dair bir yazının uygun olacağını düşündüm. Evet, dürüstlük felsefi olarak tüm erdemlerin (adalet, vicdan vb.) ve etik değerlerin pınarı yani çıktığı kaynak kabul edilir. Gerçekten de öyledir. Bir insan dürüstse hatalarını kabul edebilir, daha iyi insan olmak için çaba gösterebilir. Adil bir insan olmaya çalışır, dolayısıyla kendi kişisel çıkarından çok insanların hakları konusunda daha duyarlıdır. Bu iyi örnekleri daha da çoğaltmamız mümkün tabii.
      Günümüzde dünyaya ve özellikle Türkiye’mize bakarsak bu özelliğin nedense göz ardı edildiğini, hatta küçümsendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Toplumumuzun çok önemli bir kesimi tarafından “Dürüst olmak”, adeta enayilik veya zayıflık ile eş anlam taşımaktadır. Çünkü “malı götürmek”, “köşeyi dönmek” için dürüst değil, “kıvrak”, “iş bilir”, “kurnaz” yani kısaca yalan söyleme becerisine (?) sahip olmak gerekir. Sadece iş hayatında değil kimi zaman evliliği de kapsayan ikili ilişkilerde de bu beceriye sarılıveririz. Toplumumuzun içine, neredeyse genetik kodlarına sinmiş bu durum elbette olumsuz sonuçlar da doğuracaktır. En önemli sonuçlarından biri; insanların birbirine güvenlerinin azalmasıdır.