17 Aralık 2012 Pazartesi

ŞEB-İ ARUS VE MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ



                                                  Mevlana ve Şems-i Tebrizi’nin Aziz Ruhlarına Saygılarımla…


MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN HAYATI: Mevlana’nın hayatına ilişkin bilgiler ve resimler, ilerleyen günlerde buraya eklenerek yazı güncellenecektir.

MEVLANA’NIN YAKLAŞAN ÖLÜMÜ VE ŞEBİ ARUS: 
    1273 yılı sonbaharına gelindiğinde Mevlana’nın soluk buğday yüzü hafifçe sararmaya başladı, kısa ve düzgün sakalındaki kırçıl sakalları daha da arttı. Uzun ve zayıf vücudu, tevazu ve hiçlik duygusuyla birlikte öne biraz daha eğildi. Geceli gündüzlü yazılan Mesnevi tamamlanmıştı. Bu arada riyazete de devam etmekteydi. İri ve ela renkli gözleri ise parıltısını koruyordu. Bu gözlerine çoğu kimse dikkatle bakamıyordu. Bu sıralarda Konya’da sık sık depremler olmaktaydı. Halk sokaklara fırlayıp zaman zaman çadırlarda kalıyordu. Yine büyükçe bir deprem olduktan sonra Mevlana “ Korkmayınız, yerin karnı acıktı. Son günlerde yağlı bir lokma istiyor. İnşallah muradına çabuk vasıl olur da, siz de üzüntüden kurtulursunuz” dedi.
    Bu depremden birkaç gün sonra da bir daha ayağa kalkamadı ve yatağa düştü. Yapılan tüm tedavilere rağmen ateşi düşmüyor, nabzı hep yüksek atıyordu. Bu durumu kırk gün kadar sürdü. Konya halkı ve ileri gelenleri bu duruma çok üzülüyorlardı. Eşi Kerra Sultan da bunların başındaydı. “Keşke, Mevlana’nın yüzlerce yıllık ömrü olsaydı da dünyayı hakikat ve mana incileriyle doldursaydı” dedi. Mevlana, bu sözlerin üzerine “ Niçin yüzlerce yıllık ömür? Bizi ne sandın? Biz ne Firavun, ne Nemrud’uz. Bizsiz bu yalan dünyada huzur ve karar nasıl olur? Biz,başkalarına faydalı olalım diye bu dünya zindanında kaldık. Yoksa kimin malını çalmışız ki mahpus olalım.” dedi. Sonra da baş ucundakilere “Bu dünyadan göçeceğim diye hiç üzülmeyiniz. Ne halde olursanız olun, sizinle beraberim. Hz. Peygamberin “Benim ölüm de dirim de sizin için hayırlıdır” sözünü ben de aynen tekrar ediyorum. Bunun manası, benim dirim, doğru yolu göstermek, ölümüm de yardım etmek içindir.” dedi.
    17 Aralık 1273 Pazar günü, kış olmasına rağmen hava parlak güneşliydi. Mevlana, “Canı, sen aldıktan sonra ölmek şeker gibi tatlı. Seninle olduktan sonra, ölüm tatlı candan daha tatlı” diyordu. Akşam güneş batarken Mevlana da Hakk’a kavuşmuştu. Tüm Konya’da bir feryat koptu. Son hizmetler yerine getirildi ve ertesi gün cenaze kaldırılmak üzere hazırlandı.
     18 Aralık sabahında salalarının okunması ile şehir, cenazeyi kaldırmaya hazırlandı. Cenazesi medresenin avlusundan çıkarıldıktan hemen sonra alanda sanki kıyamet koptu. Ne Konya, ne başka bir yer böylesi değişik insan gruplarını görmemişti. Sultanlar, emirler, bilginler, cahiller, imamlar, papazlar, siyahlar, beyazlar, her dinden, her ırktan, her mezhepten, her sınıftan ve kılıktan insan ilk defa Mevlana’nın cenazesi önünde heyecanla toplanmışlardı. Sanki yazmış olduğu rubaisindeki “ Gelsin, varlık namına ne varsa gelsin… Kâfiri, putperesti, Mecusi’si gelsin” mısraı bugün için söylenmiş gibiydi. Halk, tabuta el sürebilmek için hücum etti. Birbirlerini çiğnediler. Tabutu taşıyanlar bir türlü ilerleyemiyordu. Buna bir çare bulmak için birisi atıldı ve “ Müslüman olmayanlar çekilsin!” diye bağırdı. Kimsenin orayı terk etmeye niyeti yoktu. Tam tersine kalabalık daha da artıyordu.
    Cenazenin ilerlemesi ve mevcut durumu çözmesi için halktan bir grup, Başvezir Sahip Ata Fahreddin Ali ile Emir Süleyman Pervane’ye şikayette bulundular: “Mevlana, Müslümanların şeyhidir. İseviler (İsa Peygamberin dinine mensup olanlar), Museviler, diğer dinlerden olanların aramızda işleri ne? Bunlar hangi yüzle cenazeye geliyorlar? Çekilip gitsinler, biz de rahatça vazifemizi yapalım” dediler.
    Bunu işiten hahamlar ve papazlar atıldılar: “Hayır, bu din padişahı bizim reisimiz sayılır. Biz, Musa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz peygamberlerin hareket ve kişiliğini O’nda gördük. Siz Müslümanlar nasıl Mevlana’yı devrin Muhammed’i olarak görüyorsanız, biz de zamanın Musa’sı olarak biliyoruz.” Dediler. Bir başkası:” Yetmiş iki millet sırını bizden işitir. Biz bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney’iz.” demedi mi diye destekledi. Başka dinden olanlar da benzer sözler söylediler:” Güneşi bütün alem sever, siz güneşi bizden nasıl mahrum edersiniz?” dediler. 


   Cenaze güçlükle ilerleyebildi. Atlı muhafızlar, sopalarla halkı kovmasına rağmen halkın hücumu bitmedi. Tabut birkaç kez kırıldı ve tamir edilmek zorunda kalındı. Çünkü tabutu tutan da bir daha bırakmak istemiyordu. İkindi vaktine doğru, ancak musalla taşına tabut konabildi. Cenaze namazını, Mevlana’nın vasiyeti gereği Sadreddin Konevi kıldıracaktı. Dostu olan Konevi, tabuta yaklaştı biraz sendeledi. Sonra da heyecandan yere yığılıp bayıldı. Kadı Siraceddin hemen öne geçip namazı kıldırdı. Ancak akşam güneş batarken namaz kıldırılabildi. Tam bu anda gök kızıl

4 Aralık 2012 Salı

DOKUZ KEHANET-CELESTINE PROPHECY KİTAP VE FİLMİ



             EDEBİYATTAN SİNEMAYA UYARLAMALAR–8

                                           Zihninizle değil, ruhunuzla bakın                      
                                                                           Dünyaya açılmak için bekleyen                                                                                  Ve bizden önce zaten gelmiş olan hayata bakın
                                                                           Daha yakından bakın ve görecek gözleri bulun 

                                                                                                         Celestine Prophecy Filminden.




   Bu ay, tüm dünyada çok satmış Celestine Prophecy, bizde çevrilmiş ve yayınlanmış ismiyle “Dokuz Kehanet” isimli romandan ve bunun aynı isimli film uyarlamasından bahsedip, “kehanet” olgusuna da göz atacağız.

DOKUZ KEHANET (CELESTINE PROPHECY) ROMANI ve KONUSU:
    Romanın ismi, Peru’da _sözde_ Celestine Harabeleri’nde arkeolojik olarak bulunan el yazmalarındaki bilgilere atıfla “Celestine Kehaneti” şeklinde konmuştur. Ülkemizde ise bu isim, romanda bahsedilen “9 Anlayış”, ya da “9 Bilgi”den yola çıkılarak “9 Kehanet” olarak konulmuştur. Gerçekte böyle bir yer yoktur ve böyle kehanetler de bir yerlerde bulunmamıştır. Bazı internet sitelerinin bunları gerçekmiş gibi yazdığını biraz şaşırarak da olsa gördüğüm için bunu belirtmek istedim. Roman, 1993 yılında James Redfield tarafından yazılmış ve çok kısa sürede kendi baskısı olarak yaklaşık 100.000 adetlik bir başarıya ulaştıktan sonra, 1994 yılından itibaren Warner Books tarafından yayın hakları satın alınmıştır. Kitap, New York Times Çok Satanlar Listesi’nde üç yıl devamlı olarak kalmış ve şu ana kadar tüm dünyada 40’ı aşkın ülkede, 23 milyonu aşan bir satış grafiğine ulaşmıştır.  


    Romanın konusuna gelince, kahramanımız (filmdeki ismiyle John), yılar önceki arkadaşı Charlene ile buluşur. Arkadaşı kendisine, arkeolojik bir kazıda Peru’da bir harabede Aramik diliyle yazılmış olarak bulunan bazı el yazmalarından bahseder. Bu el yazmalarının dokuz öğretiyi kapsadığını fakat bunları elde etmenin pek de kolay olmadığını belirtir ve kendisinin Peru’ya gitmesini tavsiye eder. Bu çağrıya uyan John, uçakla Peru’ya gitmeye karar verir. Gerek uçakta, gerekse Peru’ya gittikten sonra uygun eşzamanlılıklarla ve durumlarla bu yolculuğunda karşısına çıkması gereken _ yardımcı olan ya da engelleyici konumda olan_ kimseler karşısına çıkmaya başlar. Örneğin spiritüel konulara ve el yazmaları ile ilgili bilgilere hâkim olsan Will ile tanışacak, yine kendisi gibi el yazmalarını araştıran Marjorie isimli genç bayanla da bu arayışı birlikte sürdürecektir. John, bu arayışını gerçekleştirirken sadece el yazmalarını değil, kendisini ve yaşamı daha iyi tanıma ve keşfetme yolculuğuna da çıkmış olacaktır. Her bir öğretiye ulaştıktan sonra diğer öğretinin kapsamına da ulaşmak için çaba göstereceklerdir. Esas amaç, kimsenin bilmediği ve tüm öğretileri kapsayan dokuzuncu öğretiyi bulup öğrenmek olacaktır. Üstelik bu sonuncusu, yazılı da değildir. Fakat, Peru hükümeti ile birlikte kilise, askeri güçleri de kullanarak bu araştırmacıları saf dışı etmek ve el yazmalarını imha etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır…    
     Romanla ilgili benim dikkatimi çeken bir husus da, her bir öğretiye ilerlenirken romanın içinde daha önce bahsedilen geçmiş öğretilerin sık sık hatırlatılması oluyor. Yazar, adeta bunları bize öğretmeye azmetmiş gözüküyor ve bu didaktik tavrı biraz göze çarpıyor. Ayrıca, romandaki “iyiler”in her zaman doğruları fark eden, algıları neredeyse daima açık, neredeyse tümünün insanlardaki enerji alanlarını gözle görebilen kimseler olmaları da romandaki gerçeklik duygusunu biraz zedelemekte. Fakat, bunlara karşın Yeni Çağ öğretileri ve bilgileri, yeterli tekrar yapıldığı için özümsenmiş oluyor. Ayrıca, bu bilgiler macera ve kovalamacıların içerisine başarılı bir şekilde enjekte edildiği için roman kolay ve akıcı bir şekilde okunabiliyor. Elbette romanda macera, bir fon teşkil etmekte; buna eşlik eden “bilgiler” merak uyandırmaktadır. Bu bilgilere uzak olanlar için roman, safsata türü gözükebilecek iken; az çok “insan enerjisi, aura, chi, insanın evrimleşmesi (tekamül)” gibi kavramlara alışık olanlar için oldukça cazip bir roman olabilecektir. 


DOKUZ KEHANET KİTABINDAN BAZI AFORİZMALAR:

Çoğu insan, yaşamı boyunca başka insanların enerjisini sahiplenmenin peşinde koşar.
Sevmek için kendini zorlamayacaksın, sevginin içine girmesine izin vereceksin.
Annenin yaşantısında değiştirmek istediğin hususlar, gerçekte kendi yaşamında değiştirmek istediğin hususlardır.
Hepimiz hayatımızın belli dönüm noktalarını dikkatle inceleyip, bunları evrimimizin ışığında sorgulamalıyız.
Geçmişi berraklaştırmak, bireysel yollarla çocukluğumuzda öğrendiklerimizi kontrol etmekle başlar. Bu alışkanlığımızdan bir kez kurtulduk mu, kendimizi daha yüksek seviyedeki evrimsel kimliğimizde buluruz.
Sevgi duyamazsan kendine zarar verirsin, sevgi sayesinde titreşimlerini yüksekte tutarsın ve sağlıklı olursun.

3 Aralık 2012 Pazartesi

BENİM GÖZÜMDEN… (ÖYKÜM)



                                               BİR RESİM, BİR ÖYKÜ - 2

Blog Notu:  Aşağıdaki öykü, Notos Öykü ve İki Aylık Edebiyat Dergisi'nin (Ekim-Kasım 2012) 36’ncı sayısında yayınlanan, Diane Arbus imzalı aşağıdaki fotoğraftan esinlenerek yazılmıştır. 

   “Onun elinden tut Robert, elinden sıkı tut!” 
   “Tutuyorum tabii Samantha, bak işte!” 
   Babamın elimi sıkı sıkı sıkı kavrayışını sanki dün gibi hatırlıyorum ve tabii annemin benimle ilgili ona yaptığı ikazları… 
  Evden dışarı çıkmamız saatler sürerdi. Bazı akşamlar ve tabii hafta sonları dışarı çıkacağımızı kolaylıkla anlardım: Annemi uzaktan seyrederek… Önce annemin kıyafetlerini tek tek üzerinde denemesi, makyajını uzun uzun aynada yapması, takılarını bir bir ayna önünde denemesi, sonra kız kardeşimi hazırlaması, babamın giydiklerini beğenmeyip değiştirtmesi, sonra babama benimle ilgili talimatlarını vermesi. “Onun saçını taradın mı Robert?”, “O, açık renk pantolon giymedi değil mi Bob? Biliyorsun yere düştüğünde çabuk kirleniyor.” ya da “ Çabuk çıkart şu üzerindekini tatlı çocuk. Anneni üzmeyeceksin yine, değil mi?” 
 Cynthia ile aramda beş yaş fark vardı. Güzel ve alımlı Cynthia, tıpkı annesi gibi… Cynthia en güzeli olmalıydı, en alımlı, en göze çarpan... ”Cynthia, canım benim! Sana bu beyaz elbiseyi aldım, prensesler gibi gözükeceksin bununla.” Evet, prenses olmaya çok az kalmıştı, üstelik daha kolejde okurken. 
  “Yılın Meleksi Güzeli” yarışmasına daha bir yıl varken evde hazırlıklar başlamıştı. Oturup kalkma ve yürüme dersleri, gözleri kocaman açarak bakış fırlatma ve dönerken eteği zarafetle dalgalandırma denemeleri… Kız kardeşim yarışmada ikinci oldu. Yarışmada sonuçlar açıklanırken annemin adeta şok olduğunu hatırlıyorum ve hatta kız kardeşimin de. Eve dönünce kriz büyümüştü. “Bob, ama bu gerçekten haksızlık; birincilik kızımın hakkıydı.” Babamın “Ama güzelim ikincilik de çok güzel” sözü ikisini de yatıştırmamıştı. “Neler diyorsun Bob? Kızımın hakkını yediler, niye anlamıyorsun?” Cynthia’nın o akşam, çok ağlamaktan gözleri şişmişti. Anne-kız, en sonunda ikincilik tacını da yere atıp parçaladılar. Annemin bana dönüp “Şuna bak, yine hiç tepki yok. Yoksa kıskanıyor musun kardeşini?” demesini, babamın o sırada bir kızına, bir karısına şaşkın gözlerle bakmasını, ona baktığımı görünce de mutfağa gidişini dün gibi hatırlıyorum.



     Bundan yıllar önce çektirdiğimiz fotoğraflardan birine bakıyorum, o zaman farklı şeyler var mıydı? Sanırım, o fotoğrafçı kadın dışında yoktu. Yıllarca unutmadığım, unutmak da istemediğim o kadının çektiği bu fotoğrafa bakınca, üzülmekle sevinmek arasında kaldığımı fark ettim. Birlikte şehri gezmeye gittiğimiz o zaman, Cynthia annesinin kucağında daha bebekmiş, bense küçük bir çocuk. Babam henüz saçlarını dökmemiş ve sanırım o zaman da annemin sözünü dinleyerek elimi tutmuş. Annemi söylemeye gerek var mı? Yine bakımlı, yine havalı, yine her şeye hâkim… Yüzünü hayal meyal olsa da, fotoğrafı çeken kadını gayet iyi hatırlıyorum. Bana bakıp bakıp yüzümü okşamasını, “Ne tatlı bir çocuk bu” deyişini, sonra anne ve babamla

TASAVVUFTA YEME İÇME KÜLTÜRÜ VE SOFRA ADABI: DERVİŞ SOFRALARI (KİTAP)

                                                                                         Biz bu dünyada bir kuşuz.                                                                                          Her yöne uçup gideriz.                                                                                                Hakk’ın nimetlerin yiyip                                                                                           Suların içip gezeriz.                                                                                                                                Eşrefoğlu

       Geçen hafta Aşure Günü dolayısıyla bir yazı hazırlamış ve Tekke Aşuresi’nin tarifini de siteme eklemiştim. Bu vesileyle, benim de yararlanmış olduğum Sahrap Soysal’ın hazırladığı güzel bir eseri yeri geldiği için tanıtmak istiyorum. Kitabın ismi, Derviş Sofraları. Ciddi emek verilerek hazırlanmış bu kitap, sadece bir yemek kitabı değil, geçmişten günümüze kadar, bizlere kaldığı kadarıyla tasavvufta yeme ve içme kültürünü tanıtan, bunun yanı sıra da Mevlevilikte, Ahilikte ve Alevi Bektaşilikteki yemek kültürünü ve bazı yemek tariflerini bulunduran güzel bir kitap. 
      Kitapta önce Kaygusuz Abdal’ın yazdığı Yeme İçme Destanı isimli ilginç bir şiiri yer alıyor. Sonra tasavvufla ve geçmişteki tarikatlar ile Osmanlı İmparatorluğu’ndaki işlevleri konusunda kısa tanıtım sayfaları bulunuyor. Sonra da, daha geniş kapsamlı tasavvuf erbabının yeme içme kültürü ve adabı incelenip, çorbalar, et yemekleri, pilavlar, tatlı ve helvalar ile hoşaflar, tekke yemekleri kültüründe yer alma şekliyle inceleniyor. En sonunda da kitabın en geniş kapsamlı bölümü olan yemek tarifleri bulunuyor. Bu bölümde bamya çorbasından Mevlevi sütlacına, Belh Özbek pilavından Baklava Sufi’ye kadar 63 Mevlevi yemeği tarifi var. Ovmaç çorbasından pekmezli hasudaya, şaştım aşı yemeğinden cevizli yumurta tatlısına kadar da 17 Ahi yemeği tarifi bulunuyor. Tavuklu Bektaşi pilavından Pohut tatlısına, tahinli haşhaşlı kömbeden ekmek helvasına kadar da 63 Alevi Bektaşi yemeğinin tarifi var. Yani toplamda 143 yemeğin tarifi kitapta yer alıyor. Tariflerin arasında da Mevlana’dan Yunus Emre’ye kadar birçok güzel deyiş yer alıyor.


Derviş Sofraları Kitabından, Tasavvuftaki Yeme-İçme Kültürüne Ait Bazı Hususlar:  

- Meyve hamken dala tutunur, tıpkı dünya malına yapışmış ham insan gibi; olgun meyve kendin bırakır yere, tıpkı dünya malında gözü olmayan olgun insan gibi…
- Ahi Evran’ın kurduğu Anadolu’daki bir esnaf örgütlenmesi olan ve tasavvufi bir nitelik taşıyan Ahi toplantılarında, uzun ve soğuk geçen kış toplantılarında sohbet ve oyun oynanırdı. Özellikle helva sohbetleri meşhurdu. Bu toplantılarda hindi dolması, börek, gözleme gibi yiyeceklerin yanında baklava, revani, kaymaklı kayısı tatlıları yenir, şerbet ve boza içilirdi. Helva olarak çoğunlukla gaziler helvası veya sütlü irmik helvası yenirdi.
- Ahilik geleneğinin çeşitli uzantıları oldukça azalarak da olsa birçok yerde değişik isimlerle devam etmektedir. Kütahya ve Çankırı’da yaren teşkilatı, Ankara’da delikanlı teşkilatı, Antalya’da keyif (gezmesi), Kastamonu’da erfane, Tokat ve Şanlıurfa’da sıra gezme…vb.
- Kütahya’nın Gediz ilçesindeki “yarenlik” teşkilatı toplandığında, önce sütlü ya da yoğurtlu bir çorba yenir. Arkasından hindi kızartması veya dolması ile su böreği yenir. Ağız değiştirmek için yenen helva ya da höşmerimden sonra bol limonlu bamya, pilav ve hoşafla yemek sona erer. Gecenin ilerleyen saatlerinde sazlar çalınıp türküler söylenir ve oyunlar oynanır. Geç vakit helva ve kabak tatlısı yenir.