Beğendiklerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Beğendiklerim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2013 Pazar

NEY, MEY VE HEYHEY: NEYZEN TEVFİK (İnceleme)

                                                                         

                 

                     

                                                                                          Neyzen Tevfik’in Anısına Saygılarımla…

                                            Alem mi ne der, ne derse boştur,
                                                       Allah, şu tabiatım ne hoştur…Neyzen Tevfik
Neden Neyzen Tevfik yazısı?
Önce, çok iyi bir neyzen olduğu için…
Kendisini az tanıyan kimseler tarafından alkolik, ruh hastası, derbeder gibi tanımlamalarla anıldığı halde, aslında büyük bir mizah ustası ve felsefe yönü oldukça kuvvetli bir düşünür olduğu için…
Toplum kurallarını hiçe sayar gözükürken bile, toplumun kendi koyduğu yanlış kurallar ile eğlendiği, toplumda oluşup yozlaşmaya yüz tutmuş sözde değer yargılarının ne denli boş olduğunu anlatmaya çalıştığı için…
Yaşadığı dönemde toplumda ve çevresindeki olaylara gösterdiği korkusuz tepkiyi, oldukça ustalıklı bir şekilde yergilerinde, dizelerinde ve sayısız nüktede keskin zekâsıyla yansıttığı için…
Kısacası, Ney’i, Mey’i (İçkisi) ve Heyhey’i (Gelip giden zararsız deliliği)  ile tarihe damgasını hoş bir şekilde vurmuş haksızlıklara duyarlı, içi dışı bir, samimi, dürüst, orijinal bir adam olduğu için…
Özel bir neden daha: Yılın aynı günü doğduğumuz için…


BLOG NOTU:  24 Mart 2013 tarihi,  Neyzen Tevfik’in doğumunun 134’ncü yıl dönümüdür.
 Sanal ortamda Neyzen Tevfik’e atfedilen, sonradan uydurulmuş özellikle mısralar ve anekdotlar da yer almaktadır. Bu nedenle, internet dışında, özellikle basılı bazı kaynaklardan yararlanılarak yazılan bu yazının sonunda, yararlanılan kaynakça yer almaktadır. 

NEYZEN TEVFİK KİMDİR ve HAYATI:  

    

    Neyzen Tevfik, 24 Mart 1879’da Bodrum’da (Muğla) doğdu. Asıl adı Mehmet Tevfik Kolaylı’dır. Kolaylı soyadını Soyadı Kanunu çıkınca almıştır. Babasının aile kökeni Samsun’un Kolaylıoğulları sülalesinden gelir. Annesi, Bolu’nun Müstakimler nahiyesinden Abdurrahman kızı Emine Hanım, babası Samsun-Bafra’dan olan ve Bodrum’da Rüştiye Başmuallimi olan Hafız Hasan Fehmi Efendi’dir. Çocukluğu, kendi deyişiyle hayatının en güzel dönemidir. Kişilik yapısı olarak oldukça meraklı bir yapısı olduğu çocukluğunda belli olmuştur. Öyle ki, kendisine alınan çeşit çeşit oyuncağı merak duygusu ile açmış, bozmuş, kırmış ve yeniden yapmaya çalışmıştır. Biraz büyüyünce içinde doğa ve deniz sevgisi uyanmaya başlamış. O dönemde bindiği ve kullandığı kayık ile kaptan olma hayalleri kurmuştur.
     Çocukluğundaki iki olay, Neyzen Tevfik’i çok etkilemiş ve yaşadığı bu olaylarla bir anlamda hayatı yön kazanmıştır. İki olay da 1886 yılında yani 7 yaşlarında iken meydana gelmiştir. Neyzen, babasıyla bir yürüyüş esnasında Tepecik Kahvesi’ne geldikleri sırada yüzleri kendi deyişiyle aşk-ı Hüda’dan parlamış iki gezgin derviş görür. Adamlardan biri torbasından ney çıkartıp üflemeye başlar. Adeta insanı mest edip kendinden geçiren bu neyden ve çıkardığı seslerden çok etkilenen küçük Tevfik, babasından böyle bir ney ister, fakat babası buna itiraz edince çardaktan bir kamış koparıp kaval haline getirir ve çalmaya başlar. Bu olay, ney ile tanışmasına ve kendi adını veren neyzenliği öğrenmesine vesile olur. Yine aynı yıl, Muğlalı Kel Mülazım Hüseyin Ağa müfrezesinin şehir çarşısında ibret olsun diye halka gösterdikleri isyancıların kesik başlarını görmesi, küçük Tevfik’de onarılmaz yaralar açmıştır. 1946 yılında bir gazeteye verdiği röportajda Neyzen Tevfik, yıllar boyu peşini bırakmayan sara nöbetlerinin başlangıcını bu olaya dayandırmaktadır.
     1886 -1887 yıllarında gezginci şairlerden Tahir ile Zühre, Leyla ile Mecnun gibi aşk şiirleri dinledikten sonra şiire de merak salmaya başladı. 1892 yılında babasının Urla’ya atanmasından sonra 13 yaşına kadar yaşadığı Bodrum’dan ailesi ile birlikte ayrılır. Fakat, burada eski yaşayış tarzını ve çevresini bulamayan küçük Tevfik sıkıntıya girer. 1893 yılında bir berber dükkanında ney çalan Berber Kazım Ağa’nın çaldığı neyden etkilenir, tıpkı 7 yaşında iken gezgin dervişlerin üflediği neyi dinlerken olduğu gibi. Bu kez, bir ney edinir ve Kazım Ağa’dan ney dersleri almaya başlar. Aynı dönemlerde ilk sara (epilepsi) nöbetini geçirir. Bu nöbetler tekrarlamaya başlayınca ailesi endişelenir ve bunun ney üflemekten olduğunu zannederek ney ile ilişkisini kesmek için ney çalışmalarını kendisine yasaklar. Nöbetler tekrarlar, doktorlar, hocalar, türbeler bu duruma çare olamaz. Ailesi sonunda kendisini İstanbul’a götürür, aynı şekilde şifa arama çalışmalarına devam ederler. Sonunda Mösyö Pepo isimli bir doktor hastalığı kontrol altına alır ve “Çocuğu kendi haline bırakın, hoşlandığı şeyleri yapmasına izin verin” tavsiyesinde bulunur.  
      Tekrar Urla’ya dönülür. Babası son bir ümitle 1894 yılında Tevfik’i İzmir İdadisi’ne (Lise) verir. Fakat disiplinli hayata gelemeyen Tevfik’de sara nöbetleri tekrar başlar. Bir ay sonra okuldan alınmak zorunda kalınır. İzmir’de kalmaya devam eden Tevfik, aynı yıl yani henüz 15 yaşında iken Mevlevihane’de bulunan Cemal Bey’den ney dersi almak için kendini Mevlevihaneye  kabul ettirir. Daha sonra buraya gelip giden birçok aydın kimse ile tanışır ve Arapça, Farsça dersleri almaya başlar. Bir de yemekli toplantılar ve tanışmalar sırasında içkiye olan düşkünlüğü oluşmaya başlar. 1898 yılında 19 yaşında iken İstanbul’a medrese öğrenimi görmek için geri döner. Fatih Fethiyye Medresesi’ne girip Doğu İlim ve eserlerini okur; Muhyiddin Arabi ile Farabi, Molla Cami ve İmam Gazali’yi tanıyıp yazdıkları eserlerini inceler. Bu sırada da Galata ve Yenikapı Mevlevihanelerine gidip ney çalmaya devam eder. Bu dönemlerde Mehmet Akif Ersoy ile tanıştırılır. Kendisine yıllar boyu ağabeylik-dostluk edecek olan Mehmet Akif sayesinde Arapça ve Farsçasını geliştirip Fransızca öğrenmeye başlar. Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil, Halide Edip (Anıvar) gibi önemli edebiyatçılarla tanışır. 
  


      Medreseye gittiği halde medresenin kıyafeti olan cübbe ve şalvarı giymedi, setre pantolonu giymeye devam etti. Bunun yanı sıra medresenin disiplinini bozduğu ileri sürülerek hakkında olumsuz konuşulmaya başlandı. O da kaldığı medrese binasından ayrılıp, fakat derslere

8 Eylül 2012 Cumartesi

KARGANIN GÜLDÜĞÜ – Nihan TAŞTEKİN (KİTAP)




    Polisiye edebiyatına ilk olarak ortaokul ve lise yıllarında merak salmış ve okumuştum. Bunlar, Agahta Christie romanları ve bazen kara filmlere (film noir) önemli kaynak da olan bazı kara romanlardı. Sonra polisiyeye epey bir ara verdikten sonra benzer bir türdeki Patricia Highsmith romanlarını zevkle okudum. Araya başka türler girerek okumalarım devam etti. İki yıl kadar önce, Ankara’da ara sıra uğradığım sahaf Ayhan (Ataman) ağabeyin tavsiyesi ile polisiyeye bir anlamda dönüş yaptım. Geçmişte Akba Yayınlarından çıkmış olan Cornell Woolrich, (ya da bizde bilinen adıyla Wiilliam Irish), Erle Stanley Gardner, Ellery Queen gibi yazarların gerçekten güzel polisiye romanları ile tanışmış oldum. 
    İki yıl önce, polisiye romanlar ararken gözüm raflarda bir Türk kadın yazarın kitabına takılmıştı. “Kertenkelenin Uykusu-Nihan Taştekin”. Pek fazla beklentim olmadan kitabı alıp okudum ve beklentimin tersine şaşırarak beğendim. Bu kitapta Cem Beyoğlu isimli bir Türk dedektif tanıtılıp polisiye bir olayı çözmesine tanık oluyorduk. Kitabın konusu bir yana, romanda çok çarpıcı bir dil, gerçeklik ve akıcılık vardı. Buna yer yer ince bir mizah da eşlik ediyordu. Bu da okumanıza keyif katıyordu. Sonra yazarın yayınlanmış ikinci bir kitabı olduğunu öğrenip onu da okudum. Bu arada, “İyi bir okur, kitap takip etmez, yazar takip eder” sözüne çoğunlukla inananlardanım. Yazarın “Yağmur Başlamıştı” isimli ikinci romanı fena değildi. Ama,

27 Ağustos 2012 Pazartesi

YÖRÜNGE ROMANI (The Gravity)(Tess GERRITSEN)


   
        Sadece yeni okumuş veya okumakta olduğum değil, geçmişte okuyup beğendiğim kitapları da burada tanıtıyorum. Üç yıl kadar önce arayıp zar zor bulabildiğim, okuduğumda da aradığıma değmiş dediğim bu kitap, Tess Gerritsen’in yazdığı, uzay istasyonunda geçen bir bilimkurgu gerilimi olan “Yörünge”, orijinal ismiyle “The Gravity” romanı. Eserin orijinal ismi, “Yerçekimi” olmasına rağmen kitap için “Yörünge” ismini koymak Bilge Kültür Sanat Yayınevi için daha uygun bir seçenek olmuş.
       Yörünge romanında olaylar okyanusun altı bin metre altında bir araştırma ile başlar. Burada olağanüstü ortamda bile yaşayabilen bir canlının varlığına okur olarak şahit oluruz. Daha sonra kontrol altındaki bir virüs, bilimsel bir araştırma amacıyla uzaya, Uluslararası Uzay İstasyonu’na gönderilir. Böylece, zorlu bir süreç, ölüm kalım mücadelesi de başlamış olur. Yerçekiminin olmadığı, ağırlıksız ortamdaki Uzay İstasyonunda yaşamak zaten çok kolay değilken, bir de kontrolden çıkmış olan bu virüsü bertaraf etmek, hem uzay ekibindekiler için, hem de NASA dahil olmak üzere dünyadaki uçuş kontrol ekibi için hiç kolay olmayacaktır.
    Yazar, romanında uzaya yolculuk yapıp dönmekle ve bir Uluslararası Uzay İstasyonu’nda yaşamakla ilgili önemli bilgileri bize işlediği konunun paralelinde naklediyor. Romanı bitirdiğimde yazarın bu romanı yazabilmek için sıkı bir araştırma yapmış olduğunu düşünmüştüm. Yazarın Kasım 2011’de İstanbul Kitap Fuarı’na imza günü için katıldığını gördüğümde yazarla tanışmak ve konuşmak istedim. “Çırak” isimli kitabını alıp “Yörünge (The Gravity) romanını okuyup çok beğendiğimi, bu roman için çok araştırma yapıp yapmadığını sorduğumda, haftalar boyu araştırma yaptığını, NASA da dahil olmak üzere bir çok bilimsel kuruma gittiğini belirtmişti. 
       Roman, salt teknik konularla dolu bir gerilim bilimkurgu romanı değil elbette. Yer yer duygusal olayların yaşandığı; sevgi, özlem, yaşamın değeri gibi konuları da başarıyla romanda barındıran güzel bir eser. Romanı, şu anda piyasada ikinci el de dahil olmak üzere bulmanız oldukça zor. Bu nedenle eğer bir şekilde bulursanız kaçırmayın derim. Bu arada romanın (üçüncü) yeni bir baskısı niçin

20 Ağustos 2012 Pazartesi

DOĞADAKİ SAĞLIK – AYHAN ERCAN (KİTAP)



   İçindeki bilgilerden çekilmiş fotoğraflarına kadar gayet güzel hazırlanmış bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Türkiye Aktarlar ve Baharatçılar Derneği Başkanı ve bir bitki uzmanı olan Ayhan Ercan’ın hazırladığı “Doğadaki Sağlık” isimli kitabını sizlere tanıtayım.
    “Doğadaki Sağlık 50 Mucize Bitki-100 Mucize Kür” isimli kitabın ilk bölümünde adaçayından zencefile, biberiyeden yaban mersinine, çörek otundan sarı kantarona kadar, uzun yıllar sonucunda edinilen tecrübelerle yararlı ve şifalı olduğu öğrenilmiş onlarca bitkiden ve bunlarla uygulanabilecek kürlerden bahsediliyor. Her bir bitkinin kolayca tanınabilecek şekilde birkaç fotoğrafı da yazılara eşlik ediyor. 
     Örneğin, benim de sevdiğim ve değeri bizde pek bilinmeyen bir bitki olan zencefil konu edilirken, bitkinin kullanıldığı hastalıklar, zencefil ve artrit (romatizma), zencefil ve mide bulantısı, vitiligo, dolaşım bozukluğu, sinüzit, alerji, hazımsızlık ve reflü ilişkileri kısa kısa anlatılmış. Daha sonra da zencefilin macun olarak yapımı, çay olarak yapımı, tentür hazırlama şekli, salatalarda ve şeker hastaları için kullanımı gibi alt başlıklarla nasıl kullanılması gerektiği açıklanmış. Ayrıca bitkilerin yanı sıra Himalaya tuzu, arı sütü, propolis gibi diğer doğal ürünlerden ve bunların kullanım şekillerinden de bahsedilmiş. Özellikle Himalaya tuzu hakkında, geniş kapsamlı olarak hazırlanmış bölümü beğendim.   
  Kitabın ikinci bölümünde bazı hastalıklardan ve bu hastalıklarda kullanılabilecek bazı destekleyici kürlerden bahsedilmiş. Alerjiden karaciğer rahatsızlıklarına, böbrek rahatsızlıklarından varise kadar otuza yakın rahatsızlık için bazı bitkisel kürler tavsiye edilmiş.
     Kitabı hazırlayan Ayhan Ercan, televizyonda bazı programlara katılan bir bitki uzmanı olarak tanınıyor. Ben kendisini televizyonda henüz görmediysem de kitabının önsözünde belirttiği

ÇİZGİ ROMANDAN SİNEMAYA UYARLAMALAR-2: AZAP YOLU (Road To Perdition)


     Bu ay, film uyarlaması yapılmış olan “Road To Perdition” isimli çizgi romandan ve filminden bahsedeceğiz. Ülkemizde “Cehennem Yolu” ismiyle çizgi romanı yayınlanmış olan; dünyada da artık bir çizgi roman klasiği olarak kabul gören, dokuzuncu sanatın bu eşsiz eserinden uyarlanan “Azap Yolu” isimli filmi de gerçekten başarılı bir film uyarlaması olmuştu. Road To Perdition çizgi romanını ve filmini keşfetmeye başlayalım. 

 
ROAD TO PERDİTİON ÇİZGİ ROMANI:
    
      Ülkemizde de Cehennem Yolu ismiyle yayınlanmış olan Road To Perdition çizgi romanı (ya da grafik romanı) Max Allan Collins tarafından yazılmış ve Richard Piers Rayner tarafından çizilmiş ve ilk olarak 1998 yılında DC Comics markası altındaki Paradox Press etiketi ile yayınlanmış bir eserdir.  

 Road To Perdition Çizgi Romanının Yazarı Max Allan Collins ve Çizeri Richard Piers Rayner

  Halen 64 yaşında olan yazar Max Allan Collins, oldukça üretken bir roman ve çizgi roman yazarıdır. Bazı Batman, Dick Tracy albümlerini ve TV dizi senaryolarını yazmış, Ms. Tree isimli bir çizgi roman kahramanı yaratmış, birçok filmin vizyona girdikten sonra romanlaştırılmasında isim sahibi olmuştur. Yazarın, “Private Eye Writers Of America’s Shamus” gibi aldığı önemli ödüller bulunmaktadır. 
       Yazar, Road to Perdition’ı yazıp bunun önce çizgi romana sonra filme aktarılmasından sonra bu eserin romanını yazmış, daha sonra da “On The Road To Perdition Book” ana başlığı altında, değişik çizerlerle çalışarak, aynı kahramanlara daha ayrıntılı odaklanan üç farklı çizgi romanın (Oasis, Sanctuary ve Detour) yazarlığını da yapmıştır. 2004 ve 2005 yıllarında Road To Purgatory (Araf Yolu), Road To Paradise (Cennet Yolu) romanlarını yazarak Cehennem-Araf-Cennet üçlemesini baba Sullivan’dan oğul Sullivan’ın serüvenlerine kadar sürdürmüştür. Bu romanlar çizgi romana (Cehennem olanı “Road To Perdition” hariç) uyarlanmamıştır. Yazarın yaptığı tüm bu eserleri, ilk yayınlanan Road To Perdition çizgi roman senaryosu kadar çok başarılı olmamış, ses getirmemiştir.
       Yazar Collins, eserini yaratırken önemli araştırmalar yapmıştır. Fakat, ilginç bir durum olarak çizer Rayner ile eserin tamamlanması sürecinde hiç karşılaşmamışlardır. İncelediğimiz bu eserin başarısını sadece yazara dayandırmak doğru olmaz. Yazar, bu eseri yazarken Japon mangası “Lone Wolf and Cub” isimli eserden esinlendiğini açıkça söylemiştir. Çok iyi yazılmış bu eserin çizgi romana dönüştürülmesi ise tam anlamıyla bir şaheserdir ve bunu yaratan da

4 Temmuz 2012 Çarşamba

TÜRVAK SİNEMA TİYATRO MÜZESİ



     Geçen ay, Beyoğlu-Galatasaray’da bulunan TÜRVAK Sinema Tiyatro Müzesine gittim. Galatasaray Lisesi ile Yapı Kredi Bankası binası arasındaki meydandan biraz aşağı inince müzeyi bulup içeri girdim. Bu müze, 1996 yılında kurulan Türker İnanoğlu Vakfı’nın yönetiminde olan bir müze ve aynı zamanda vakfın da merkezi olarak bulunuyor. Müzenin tam ismi, “TÜRVAK Sinema Tiyatro Müzesi ve Sanat Kitaplığı”. Ben, kitaplık bölümünü gezmesem de isteyen araştırmacılar, akademisyen ve öğrenciler, sinema, tiyatro ve genel kültür alanlarındaki 60.000 ciltlik arşive sahip olan Ulvi Uraz Sanat Kitaplığı'ndan faydalanabiliyor. 

     Müzede, Giriş Salonu’ndan başka 4 ayrı katta birçok salon var ve hakkını vererek gezerseniz bir-iki saatinizi rahatlıkla harcayabilirsiniz. Fakat, müze salonlarında zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz. Benim tavsiyem, aceleye getirmeyeceğiniz bir zamanda gitmeniz. Kattan kata, salondan salona geçişte içinizdeki nostaljik duygular yoğunlaşabilir. Çünkü, sadece sinema değil, tiyatro, televizyon, hatta radyo dünyasından tanışık olduğunuz sanatçıları ard arda fotoğraflarda, balmumu heykellerde, afişlerde genç ve daha olgun yaşlarda görebiliyorsunuz. Bu arada film, televizyon ve tiyatro dünyasındaki yüzlerce sanatçının en güzel fotoğrafları da,

12 Haziran 2012 Salı

RİDLEY SCOTT’IN BİLİMKURGUYA DÖNÜŞÜ VE PROMETHEUS (Film)


    
    Ridley Scott, benim gözümde, isminin tanınmasını sağlayıp gerçek anlamda çıkışını gerçekleştiren bilimkurguya sırtını dönmüş; bir anlamda aslını unutmuş olan önemli bir yönetmendi. (Bakınız: Alien ve Blade Runner ) Ta ki, geçen yıl Prometheus isimli bilimkurgu filmini çekme kararını verene kadar. Acaba kendisinden daha sıkı bilimkurgucu olan ve birkaç yıl önce Avatar filmi ile çok iyi kazanıp iyi bir gövde gösterisi yapan meslekdaşı James Cameron’a imrenmiş ve bilimkurguya dönüş yapmış olabilir mi?
      Prometheus filmi vizyona girip Eskişehir Espark’ta 3 boyutlu olarak filmi seyredince hem Ridley Scott’tan, hem de son filminden bahsetmemek olmazdı.
     İngiliz yönetmen Ridley Scott, 1937 yılında İngiltere’de doğmuş olup halen 74 yaşındadır. Film yönetmenliğine 1977 yılında başlamış olmasına rağmen; ilk önemli çıkışını artık bir bilimkurgu klasiği kabul edilen Alien (1979) ile yapmıştır. İlk defa seyrettiğimde beni gerçekten heyecanlandıran bu gerilim-bilimkurgusunu (scifi thriller) ben de çok beğenmiştim. Yıllar içinde bu filmin de devam filmleri geldi ve bir dörtlü seri oluştu: Alien Quadrilogy. Dört filmlik bu DVD film setini türün meraklılarına öneririm. Özellikle Ridley Scott yönetmenliğindeki ilk film ile James Cameron yönetmenliğindeki Aliens (1986 ) filmleri çok iyidir.
 
PROMETHEUS FİLMİ

    Prometheus filmi, bizi ilk Alien filminin de öncesi zaman olan, 21 nci yüzyılın sonlarına götürüyor. Arkeolojik bir keşif sonrası, üzerinde yaşam olma olasılığı olan bir gezegene 17 kişilik bir ekiple birlikte bir uzay gemisi yola çıkıyor: Geminin ismi: Prometheus. Filme ismini veren Prometheus, mitolojide öteki kardeşleri gibi, tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış ne var ki öteki kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanoğlunu yaratarak ve onlara ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vererek bu düzeni değiştirmeyi başarmıştır. Filmde gemiye ismini veren bu ad ile mitolojideki anlamına göndermelerde bulunuluyor.
      Gemi gezegene indikten sonra gezegenin pek de güvenilir bir yer olmadığı zamanla ortaya çıkıyor. Alien filmini seyredenler hatırlayacaktır: Bu filmde, bir gezegene iniş yapan Nostromo isimli geminin mürettebatı adeta fosilleşmiş bir uzay gemisi ile onun pilotunu görürler, fakat bunun ne olduğunu anlayamazlar. Prometheus, bir anlamda bizi bu bilinmeyen durumun cevabına götürüyor. Film, yer yer 1979 yapımı Alien filmini hatırlatıyor. Elbette bunda, her iki

11 Haziran 2012 Pazartesi

GOYA’NIN HAYALETLERİ (FİLM)


    
    Pera Müzesi’ndeki “Goya –Zamanın Tanığı Sergisi”ne gitmeden önce Goya’nın Hayaletleri (Goya’s Ghosts – 2006) DVD filmini seyretmiştim. Bu filmle ilgili çok kısa bir tanıtım yapıp filmle ilgili düşüncelerimi aktarayım.
    2006 yılı yapımı 116 dakikalık filmin yönetmeni Milos Forman. Yönetmen, Goya’nın Hayaletleri gibi yine bir dönem filmi olan ve Mozart’ın hayatından bir kesiti nefis bir şekilde bize sunan Amadeus filmini de bize sunmuş ve besteci Mozart’ın yaşamından bir kesiti sunan filmi ile 8 Oscar alan bir başyapıt oluşturmuştu. Goya’nın Hayaletleri’nin oyuncu kadrosu da parlak; filmdeki başrollerde Javier Bardem, Natalie Portman ve Stellan Skarsgad bulunuyor.  
     Francisco de Goya (Stellan Skarsgad), 1700’lerin sonunda İspanya’da Kraliyet ressamı olarak Kral IV Carlos’un himayesindedir ve sanatının en başarılı eserlerini vermektedir. Fakat, Engizisyon’un da tepkisini yavaş yavaş üzerine çekmektedir.
Resimlerinde model olarak kullandığı güze Inés (Natalie Portman), Engizisyon Mahkemesi ve bu mahkemenin kararlarına gizliden gizliye etkide bulunan rahip Lorenzo (Javier Bardem) tarafından önce çok beğenilip sonra ahlaksızlık ve toplum değerlerine karşı gelmekle suçlanınca Goya, Inés’in bağışlanması için
bir takım girişimlerde bulunacaktır. Acaba Goya’nın ve Inés’in zengin olan ailesinin çabaları, din kisvesine bürünen Engizisyonun ve onun çıkarcı dostlarının zulmünden kurtulmak için olumlu bir sonuç verecek midir? Lorenzo’yu bekleyen akıbet nedir?

                                                               Filmin Fragmanı

    Öncelikle bu bir Goya filmi değil. Çünkü filmde, ressam Goya hem var, hem de yok. Evet var, çünkü olaylar bazen onun gözünden sunuluyor, onun varlığı, onun Kraliyet ve Engizisyon 

30 Mayıs 2012 Çarşamba

SAĞLIKLI OLMA VE SAĞLIKLI ZAYIFLAMA: ALKALİ DİYET (KİTAP)



    Zayıflamak için çeşitli diyetlere başvurmak, etkili bir yolmuş gibi gözükmektedir. Hemen her yıl değişik isimli diyetler halka sunulmakta ve sunulan ilgili diyetin etkili olduğu iddia edilmektedir. Duymuşsunuzdur; Dukan Diyeti, Kan Grubuna Göre Beslenme Diyeti, Karatay Diyeti, Hollywood Yıldızları Diyeti vb… Kısa vadeli olarak bu diyetler bir parça etkili de olabilmekte; fakat bir kısmı sağlık sorunlarına da neden olmaktadırlar. Ayrıca kısa bir süre sonra vücut kaybettiği kiloları tekrar almakta, hatta kaybettiği kilolardan daha fazlasını da ilave olarak alabilmektedir.
   Kalıcı çözüm için, kısa vadeli bu değişik diyetlerden vazgeçip beslenmemizi “sağlıklı bir yaşam biçimi”ne getirmemiz gerekiyor. Alkali Diyet kitabına bu yönüyle inanıyorum ve kitapta belirtilen bilimsel görüşlere de katılıyorum. Hatta, yakın gelecekte vücuttaki alkali-asit dengesinin daha önemli olacağına_ kitapta da iddia edildiği gibi_ inanıyorum. Alkali Diyet kitabında nelerden bahsediliyor, kısaca göz atalım:
    Yanlış beslenme ve çevresel faktörlerin de etkisiyle “kronik bir asitlenme” etkisinde yaşıyoruz. Çoğu insanın vücudu, bariz şekilde asidik hale geldi. Halbuki vücudumuz hafif alkali olması için programlanmış bir organizmadır. Vücudun asit ve alkali dengesi oluşmazsa sağlığımız bozulmaya başlıyor. Denge bozulduğunda, kilo alma gibi nispeten daha hafif bir rahatsızlığın yanı sıra kolesterol, osteoporoz, kırışıklıkların artışı, eklem rahatsızlıkları, ödem, selülit, böbrek taşı oluşumu, uykusuzluk, tiroid fonksiyonlarının azalması ve hatta kansere kadar varan olumsuz sonuçlara yol açabilmektedir. Kanser başta olmak üzere bu tür rahatsızlıklarla ilgili birçok araştırma sonuçlarında, vücudun asit düzeyinin oldukça yüksek ve alkali düzeyinin düşük kaldığı tespit edilmiş.
   Vücudumuzu asidik artıklardan, bir anlamda kirlenmiş düzeyden kurtarmamız ise çok zor değil. Beslenmemizde alkali besinlere ve içeceklere biraz daha fazla yer vermemiz gerekiyor. Kitapta liste olarak sunulan alkali besinler var. Örneğin kabuklu hariç tüm deniz ürünleri alkali

19 Mayıs 2012 Cumartesi

BİR ULUSUN DİRİLİŞ GÜNÜ: 19 MAYIS


     
      Bugün 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı. Ulusal Kuruluş Savaşımızın başladığı 19 Mayıs 1919’un yıldönümü. Artık eskisi gibi statlarda kutlamayacağız bayramları. 19 Mayıs, hafta boyunca caddelerde, değişik etkinliklerle ve şenliklerle kutlanacakmış. Şuna katılıyorum: Bir bayram, elbette yasaksavar gibi kutlanmamalı. Katılımı suni olan tüm bayramlarda eksik bir şeyler vardır: Halkın coşkusu. Bayramlar ne kadar halka malolur, sahiplenilirse o kadar coşku ile kutlanır. Bayrama “değişik bir hava” getirmek için yapılan bu uygulama için, keşke halka da danışılsaydı.
      Bugün geçmiş yıllarda kutlanan 19 Mayıs’lardan daha coşkulu bir kutlama yapılmıştır. Başta İzmir ve İstanbul gibi şehirlerde çoğu genç olmak üzere binlerce kişi eğlenerek, yürüyerek bu coşkuyu paylaşmışlar ve halkın kendi tarihine, kendi bayramına sahip çıktığını göstermişlerdir. Fizikte bilinen bir kural vardır: Etki-Tepki Kuralı. Yani her etki sonuçta bir tepkimeye neden olur. Aynı kural sadece somut fiziksel olaylarda değil; toplum bilim olan sosyolojide, psikoloji gibi bilimlerde de geçerlidir. En azından halkın bir kısmının algılaması; “Bayramıma sahip çıkmalıyım”

14 Mayıs 2012 Pazartesi

REMBRANDT VE ÇAĞDAŞLARI TÜRKİYE SERGİSİ


                                                                                    Rembrandt ve Çağının Ressamlarının Anısına…

        İstanbul’da kayda değer önemli bir sergiyi geçtiğimiz ay Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyaret ettim. Dünyada şu ana kadar yaklaşık bir milyon kişiye ulaşmış bu nadide sergiye katılmanız için bir ay kadar süre kaldı. Sergi daha sonra kapanıp başka bir ülkeye gidecek. Önce sergiden kısaca bahsedeyim, sonra da Rembrandt ile ilgili bazı bilgiler vereyim.
     Hollanda ve Türkiye’nin 400’ncü Yılı münasebetiyle Sabancı Müzesi’nde Rembrandt ve Çağdaşları _ Hollanda Sanatının Altın Çağı_ Sergisi açıldı. Sergi, 10 Haziran 2012 tarihine kadar Emirgan’daki müzede gezilip görülebilecek. Serginin en gözde ressamı, şüphesiz Rembrandt van Rjin. Bunun yanında “İnci Küpeli Kız” resmi ile tanınan (bu tablo sergide bulunmuyor) Johannes Vermeer, Frans Hals, Jan Stteen, Jan Lievens gibi büyük ustaların eserleri de sergide görülebiliyor.
      Sergiyi ben keyifle gezip inceledim. Sanatseverler bir araya getirilmesi hayli zor ve zahmetli olan birçok değerli eseri görme şansına sahip oluyorlar. Hollanda’daki Rijksmuseum’da renovasyon ve bakım çalışmaları yapıldığı için, sergideki birçok eserin değişik ülkeleri gezerek sergiyle tanıtılması fırsatı doğmuş. Serginin sponsorluğunu Sabancı Holding, ING Bank, Philips, Hollanda Kraliyet, Unilever gibi birçok kurum ve şirket yapmakta.
     Bu sergide o dönemin sıradan insanlarından, soylu ve kraliyet mensubu kişilerine; doğa ve natürmort resimlerinden deniz savaşlarına ait resimlere kadar pek çok eseri görebiliyorsunuz. Sadece tablolar ve gravürler değil, maketler, cam ve seramik eşyalar, değerli gümüş eşyalar da Hollanda’nın zenginliğini ve Altın Çağı’nı yansıtıyor. Adeta o dönemin içine giriyor ve o görkemli döneme tanıklık ediyorsunuz. Müzenin en alt katında bu sergiden bağımsız olarak Türk Resim Sanatı’nın en güzel örneklerinden bazılarını da isterseniz görebilirsiniz. Serginin girişindeki mağazadan, bu sergiye ait resim katalogunun yanı sıra, sanat eserlerine ait kitapları ve bir çok hediyelik eşyayı satın almanız mümkün.
       Sergi sonrasında Emirgan’da, müzeye çok yakın olan kafe ve çay bahçelerinden birinde, bir şeyler atıştırabilir veya Boğaz manzarası eşliğinde çayınızı yudumlayabilirsiniz. 
 

 
REMBRANDT VE SANATI HAKKINDA


      Rembrandt van Rjin, Van Gogh gibi Felemenk resim sanatının en büyük ustalarından birisidir. 15 Temmuz 1606’da Leiden’de doğmuştur. 15 yaşından itibaren sanatçı Jacob van

13 Mayıs 2012 Pazar

ANNELER GÜNÜ VE ANNELİK



                                                                                                           Tüm Annelere ve Çocuklarına…

       Bugün Anneler Günü. Sabahleyin bir buket çiçek ile annemin yanına gidip gününü kutlayınca, bende bu konuyla ilgili bir yazı yazma fikri oluşuverdi. Yalnız bu yazının, sıradan, “sadece günün anlam ve önemine uygun olarak yazılmış bir yazı” olmadığını belirtmek isterim. Anne sevgisi, elbette tek bir güne sığdırılmayacak kadar önemli ve kutsal bir sevgi. Ne mutlu bu karşılıklı sevginin farkında olabilen ve bu sevgiyi yaşayan annelerine ve onların çocuklarına…
       Bugün birçok evlat, annesinin gönlünü alacak, gününü kutladı ve kutlayacak. Ne kadar güzel…Madalyonun bir de görülmekte zorlanılan tarafına bir bakalım. Elbette, geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüzde de annesi ile ilişkisi sağlıklı olmayan veya anne-evlat ilişkisi istediği gibi yürümeyen evlatlar da bulunmakta ve kaçınılmaz olarak bu durum gelecekte de olacak. Evrende hiçbir şey tesadüf değildir. Buna “kader” adını da isterseniz koyabilirsiniz. Eğer bu şekilde ilişkisi olan kişilerdenseniz ve bu satırları okuyorsanız, odağınızı bu konuya verip kendinize şu soruyu sorabilirsiniz, tabii eğer sormak isterseniz: Anneniz sizin hayatınızda niçin var? Elbette sadece olumlu gözüken kısmıyla değil. Sizin hangi tarafınız, hangi özelliğiniz “anneniz ile birlikte şifa bulmayı”, halledilmeyi bekliyor? Sabrınız? Dürüstlüğünüz? Kendi gücünüze sahip çıkmanız? Kendi değerinizi bilmeniz? Koşulsuz sevginiz? Ya da başka bir şey?...

7 Mayıs 2012 Pazartesi

ATATÜRK GİBİ YAZMAK



   
    Bilgisayarınızda artık siz de bu şekilde Atatürk’ün el yazısı gibi yazabilirsiniz. Bursa’dan Artikel isimli bir firmanın sahibi olan işadamı Murat Özbalcı uzun uğraşlar sonucunda ABD’de Atatürk’ün orijinal el yazısını, bilgisayarlarda kullanılabilecek şekilde fontunu (yazı tipini) yaptırdı.
  Bunun için yapmanız gereken şu: Bu fontun bulunduğu birçok indirme kaynağı var. En iyisi Artikel firmasının sitesine (burada) gidip burada gözüken “İndir” bölümünden ilgili fontu bilgisayarınıza indiriyorsunuz. Sonra bu dosyayı alıp sırayla “Bilgisayarım _ C _ Windows_ Fonts” klasörüne erişip Fonts klasörünün içine kopyalıyorsunuz. Sonra da boş bir Word dosyası açıp yazı tiplerinde “Atatürk” olanı işaretleyip yazmaya başlıyorsunuz.
   

5 Mayıs 2012 Cumartesi

HIDRELLEZ GÜNÜ HAKKINDA


    
    Yarın Hıdrellez, yani Hızır-İlyas buluşması günü. Hızır’ın doğada dolaştığına inanılan gün. Sadece İslamiyet’te değil, eski Türk (Göktürk, Hun ve Uygurlar) adet ve inanışlarında karşımıza çıkan ve kutlandığı bilinen bu gün, aynı zamanda yaz günlerinin de müjdeleyicisi kabul ediliyor.
Sınır Ötesi Yayınlarından çıkan “Hızır Kimdir” kitabında güzel bilgiler var. Yüce Yaratıcı’nın zamana ve maddeye hükmedebilen bu ruhsal görevlisini ya da görevlilerini daha iyi tanımak isterseniz okumanızı tavsiye ederim. Kitaptan küçük alıntılarla Hıdrellez ile ilgili bazı inanışları çok kısa sıralayayım. Bu tavsiyeler, bence en azından kişinin kendi bilinçaltına gönderilen güçlü mesajlar olduğu için de "değişim ve dönüşüm" için önem taşıyor. İnanıp uygulamak ya da inanmamak size kalmış:
1. Hıdrellez Gününde bereket ve bolluk enerjisi artar. Bu nedenle Hıdrellez gecesi, yani bir gün önceki geceden bütün yiyecek torba ve kapaklarının ağzı açılır. Bu günde evin kapısına gelen yabancı veya dost akraba veya yoksullar boş çevrilmez ve ikram yapılır. İçinde para bulunan minik keseler geceden itibaren mümkünse bir gül dalına asılır ve ertesi gün alınarak bolluk-bereket getirmesi için cüzdanlara konur. Bu paralar yıl boyu harcanmaz.
2. Sağlık ve şifa amacı ile; yeşil çimenlerin üzerinde yatıp yuvarlanır. Bahçelerde kurulu salıncaklarda genç-ihtiyar herkes sallanır. Papatya gibi şifalı bazı bitkiler o gün toplanır. Zaman zaman bu toplanan bitkiler kaynatılır ve içilir. Hıdrellez ateşinin üstünden en az üç kez atlanır. Bunun kış mevsiminin uyuşukluğunu gidermeye ve bazı dertlerden kurtaracağına inanılır. Yaygın inanışa göre güneş doğmadan sabah erken kalkmak önemlidir. Geç kalkmanın insan üzerinde bir ağırlık bırakacağına, yıl boyunca tembel olunacağına inanılır.
3.Uğur, şans ve kısmet bulmaya yönelik inanış ve uygulamalar: Özellikle sabah kırlık alanlara, doğaya gidilir. Hıdrellez gecesi tercihen bir gül ağacının dibine adaklar adanır ve buna ilişkin sembolik şekillerle beslenir. Ev istenirse toprak veya kiremitten ev şekilleri, bebek istenirse bebek şekli, para istenirse para konur ve Hıdrellez günü bunlar bozulur ve alınır.
   Kütahya’nın Tavşanlı ilçesinin bazı Yörük köylerinde her yıl sadece Hıdrellez sabahı toplanan bitki yapraklarındaki çiğden, yoğurt mayalanmakta ve bu yoğurt mayası diğer Hıdrellez gününe kadar maya için kullanılmaktadır. Basına da yansıyan konu ile ilgili bilgi burada
   Hıdrellez gününde evde durulmaz, doğada neşe içinde zaman geçirilmeye çalışılır. Hıdrellez gününüz şimdiden kutlu olsun.


POPULAR SCIENCE TÜRKİYE DERGİSİ İLE GELECEĞİ GÖRMEK


        
     Popular Science Dergisi’nin, (Türkçe ismiyle Popüler Bilim Dergisi) Türkçe baskısı Mayıs 2012’den itibaren yayına başladı. 1872’den beri yani 140 yıldır yayınlanan böylesi sağlam geçmişi olan bir derginin ülkemizde yayınlanmaya başlaması güzel bir gelişme tabii. “Bilim” denilince çoğu insanda bir çekinme, adeta “bir anlaşılmazlık” ve kendine uzaklık hissi oluşur. Bu nedenle bilimin ve bilim dilinin “anlaşılır” şekilde kullanımı çok önemlidir. Popular Science Türkiye, akıcı, kolay anlaşılır bir dil kullanarak bunu sağlıyor. Ayrıca kullandığı görsel malzemeler çok yerinde ve güzel. Üstelik Türkiye’de ilk defa denenen bir uygulama ile akıllı telefonlar kullanılarak dergi içindeki fotoğrafların, “canlı videolara” dönüşmesini sağlayabiliyorsunuz. Dergi içindeki bazı konularda video bölümleri var ve isterseniz bunları seyredebiliyorsunuz. Cep telefonunuzu dergideki fotoğrafa tutuyorsunuz ve telefonunuzdan video olarak seyredebiliyorsunuz. Bunun için için Apple veya Android sistemli akıllı telefonunuza “PopSci Tur AR” isimli küçük bir aplikasyon indirmeniz yeterli.
       Popular Science dergisinin gücü, geleceği çok iyi görüp analiz edebilmesinden geliyor. Öyle ki zamanında imkansız olarak görülüp olmaz denen ve bilimkurgunun kuru hayal dünyası diye küçümsenen bir çok gelişmeyi dergi önceden görüp eski sayılarında bunların haberini verebilmiş. Örneğin Ay’da su bulunabileceğini daha 1892 yılında yani 2009’da bulunuşundan 107 yıl önce yazmış. Benzer şekilde 76 yıl öncesinden 1934’de tam yüz nakli yapılabileceğini; yine 76 yıl öncesinden 1931’de robotların koku alabilecek teknolojiye ulaşacağımızı ve bunun gibi birçok teknolojik ilerlemeyi öncesinden tahmin edebilmiş olan bu vizyon sahibi dergiyi ben beğendim. Genç bir nüfusa sahip olan ülkemiz, umarım bilime ve geleceğe ilişkin merakını geliştirir ve bu dergiye hakkını verir. 3.50 TL gibi düşük sayılabilecek bir ücretle bilime, geleceğe ve hatta bilimkurguya çeşitli uzman görüşleriyle çok boyutlu bakan bu dergi, okunmayı hak ediyor.  
      Derginin uluslararası baskısı olan orijinal baskısının tüm arşivine ulaşabilir ve eğer İngilizce biliyorsanız merak ettiğiniz tüm konularda arşiv araması yaptırarak derginin arşivinden ilgili bölüme ulaşabilirsiniz. Popular Science arama arşivi burada.

 
MERAKLISI İÇİN İLGİLİ LİNKLER:

Derginin tanıtım yazısı burada

Derginin İngilizce internet sayfası burada.

CNN Türk’te Medya Mahallesi programında derginin editörü Şahin Ekşioğlu ile yapılmış video söyleşi burada.

20 Nisan 2012 Cuma

THE CONTACT (MESAJ) (İnceleme)


            EDEBİYATTAN  SİNEMAYA UYARLAMALAR–6     


                                                                                                                     Carl Sagan’ın Anısına… 


       Bu ay çok satan başarılı bir bilimkurgu romanı ile yine bunun başarılı olarak kabul edilen bilimkurgu film uyarlamasından bahsedeceğiz. Dünya dışı varlıkları araştırmak ve onlarla iletişimde bulunmakla ilgili Carl Sagan’ın “The Contact”, bizde bilinen ismiyle “Mesaj” romanını ve Robert Zemeckis’in yönettiği aynı isimli filmini incelemeye başlayalım.

BİR BİLİMKURGU ROMAN ŞAHESERİ: THE CONTACT (MESAJ)

     “The Contact” romanı, 1985 yılında Carl Sagan tarafından yazılarak yayınlanmış bir bilimkurgu romanıdır. Romanın taslağı, bir ön senaryo olarak 1979 yılında oluşturulmuştur. Roman için, daha yazım aşamasında iken 1981 yılında yayıncı şirket tarafından Carl Sagan’a 2 milyon dolar gibi oldukça yüksek miktarda avans verilmiş ve romana önemli bir mali destek sağlanmıştır. Yayınlandıktan sonra da ABD’de çok satan kitaplar listesinde 1985 yılının en çok satan 7. nci kitabı olmuştur. Romanın ilk iki yıllık baskı adedi 1 milyon 700 bini bulmuştur. 1986 yılında da En İyi İlk Roman Locus Ödülü’nü kazanmıştır.

 
     Roman, Türkiye’de İnkılâp Kitabevi tarafından 1987 yılında “Mesaj” ismiyle yayınlanmıştır. Romanın ismini ve konusunu oluşturan “Contact” kelimesinin karşılığı olarak “bağlantı, temas, irtibat” kelimeleri anlam açısından çok daha uygun karşılıklar olmasına rağmen, yayınevi muhtemelen roman konusunun daha iyi anlaşılması açısından “Mesaj” ismini, roman ismi olarak tercih etmiştir.
      Romanda Eleanor (Ellie) Arroway isminde, hayatını dünya dışı yaşama dair kanıt bulmaya adamış bir bilim kadını ile onun etrafında yaşanan büyük bir keşif konu edilir. Bu keşif, tarihte ilk defa dünya dışı bir uygarlıktan radyo sinyalleri yoluyla gelen bir kanıt sonrasında dünyadaki şaşırtıcı ve hazırlıklı olunmayan bu duruma karşı oluşan tepkiler, yaşanan olaylar konu edilir. Bilimkurgu romanının bilim tarafı oldukça sağlamdır. Matematik, astrofizik gibi bilimsel konular, roman içerisine anlaşılır şekilde yerleştirilmiştir. Bilim çevreleri başta olmak üzere çok sayıda

19 Nisan 2012 Perşembe

ÇİZGİ ROMANDAN SİNEMAYA UYARLAMALAR–1 WHİTEOUT (Soğuk Ölüm)

     Çizgi romandan film uyarlamaları, film endüstrisi için çoğunlukla cazip bir alan olmuştur. Fakat, çizgi romandan sinemaya uyarlaması yapılmış eserler, her zaman çok iyi olmayabiliyor. Bu ayki incelememizde buna örnek olan bir uyarlamayı keşfedeceğiz. Ülkemizde çizgi romanı yayınlanmamış, fakat uyarlandığı filminin bilindiği, DVD filminin de bulunduğu Whiteout (Soğuk Ölüm) çizgi romanı ve filmini keşfetmeye başlayalım.


 
WHİTEOUT ÇİZGİ ROMANI:
    
      Ülkemizde yayınlanmamış olan Whiteout çizgi romanı Greg Rucka tarafından yazılmış ve Steve Lieber tarafından çizilmiş ve 1999 yılında Oni Press tarafından Kanada’da yayınlanmış bir eserdir. Whiteout, dört fasikül halinde Mayıs 1999 yılında yayınlandıktan sonra, Ağustos 2000 yılında bu seriden bağımsız macera olarak Whiteout Melt çizgi romanı da yayınlanmıştır. Whiteout (1999), 130 sayfalık bir çizgi roman, Whiteout Melt (2000) ise 113 sayfalık bir çizgi romandır ve her ikisi de renkli olmayan, klasik çizgi roman tadında eserlerdir. Eser, önce ayrı fasiküller halinde çıkmış; beğenilip ilgi görünce toplu olarak yayınlanmıştır. Serinin ikinci çizgi romanı olan “Whiteout: Melt” çizgi romanın prestij ödüllerini dağıtan Eisner Ödülleri’ne yazar ve

13 Nisan 2012 Cuma

EZBER BOZAN BİR BELGESEL: MOON RISING (İnceleme)


    Gökyüzündeki Ay’ı nasıl bilirsiniz? Kendi halinde, insanlık tarafından keşfi tamamlanmış, gri tonlarında ve ıssız bir yer olarak mı? Bu konuda emin misiniz? Bu yazıyı okuyup, bahsedeceğim belgeseli de izledikten sonra belki bu ezberinizi bir kez daha gözden geçirebilirsiniz. Bu sıra dışı belgeselin ismi “Moon Rising”, Türkçe’ye Yükselen Ay, Ay’ın Yükselişi veya Ay’ın Doğuşu şekillerinde de çevirebiliriz. 2009 yapımı belgeseli Jose Escamilla hazırlayıp yönetmiş. Söz konusu belgesel, “UFO- The Greatest Story Ever Denied Part-2” (UFO- Hep İnkar Edilen En Büyük Öykü Bölüm-2) olarak da tanınıyor.


 
    
    Ay, insanlık tarihi boyunca bilim insanlarının, yazarların, araştırmacıların hatta gökyüzüne merakla bakan sayısız insanın ilgisini çekmiştir. Dünyamıza en yakın ve bu nedenle de en büyük gök cismi olmasında elbette bunun payı büyüktür. Edebiyattan müziğe, çizgi romandan filmlere kadar pek çok sektörün ilham kaynağı olan; özellikle bilimkurguda H.G. Wells’ten Isaac Asimov’a, Edgar Allan Poe’dan Arthur C. Clarke’a kadar birçok yazara da ilham olan ay, bu dönemlerde nedense pek revaçta değil artık. Belgesel de bu ilgisizliğin nedeninin kasıtlı olduğunu ve ay üzerindeki gerçeklerin örtbas edilmeye çalışıldığını iddia ediyor. Bu iddiasını da yüksek çözünürlüklü fotoğraf ve filmlere, bazı uzman görüşlerine dayandırarak ispat etmeye çalışıyor. Bilindiği üzere ay, sadece dünyanın etrafında dönmekte, fakat kendi etrafında dönmemektedir. Bu nedenle de biz ayın sadece tek bir yüzünü görür, diğer arka yüzünü göremeyiz. Söz konusu iddiaların çoğu da, bizim bakış açımıza göre ayın karanlıkta kalan diğer tarafıyla ilgili.
   1994 yılında özel bir araştırma projesi kapsamında ayın yüksek çözünürlüklü olarak fotoğraflanması amaçlanıyor ve 1.8 milyon fotoğrafı elde ediliyor. Bu fotoğrafların bir kısmı da halka açılıyor. Clementine Lunar Image Browser 1.5 sürümlü programda sunulan bazı fotoğraflar birtakım gariplikler taşıyor ki dikkatli gözler bunları tespit edip o dönemde sorgulamaya başlıyorlar. Bu fotoğraflarda bazı bölümlerin üstünün “flu” olarak kapatıldığı ve belirsiz hale getirildiği görülüyor. Daha sonra sorgulamalar ortaya çıkınca bu şüpheli kısımlar tamamen rötuşlanmış ve silinmiş olarak NASA tarafından yeniden servis ediliyor. Bu yapılırken

31 Mart 2012 Cumartesi

DUYGULARIN RESSAMININ SERGİSİ: VAN GOGH ALIVE

                                                                                                        
                                                                                                                          Van Gogh’un Anısına…
 
       Resime ilgim olmasına rağmen, ressam Vincent van Gogh ile ilgili bildiklerim oldukça sınırlıydı. Depresyonlar yaşamış birisi olduğunu ve yaşadığı bunalımların birinde de kulağını kestiğini biliyordum. Bir de kullandığı değişik bir teknikle; kalın fırça darbeli ve renk cümbüşü içerisindeki resimlerini az çok tanıyordum. Van Gogh Alive sergisine gidene kadar bildiklerim bunlardan ibaretti. Birkaç hafta önce sergisini gezdikten ve bugün de Van Gogh’un doğum günü olması dolayısıyla, biraz sanat albümü karıştırıp bu yazıyı kaleme aldım.
       Abdi İbrahim İlaç Firması’nın sponsorluğunu yaptığı Van Gogh Alive Sergisi’ne sergi demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Çünkü bilinen sergi formatından oldukça farklı olan bu “izlence”de teknolojinin tüm imkanları kullanılıyor ve çok boyutlu bir gösteri sunuluyor. Sergi, 10 Şubat-15 Mayıs 2012 tarihleri arasında Karaköy-İstanbul Modern, Antrepo 3’de ziyaret edilebilir. 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında da Ankara’da sanatseverlerle buluşacak bu etkinlikte Van Gogh’un 3000’i aşkın dijital imajı ses, ışık ve renk cümbüşü içinde sunuluyor.
       Karanlık olan bu ortama girdiğinizde önce ressamın yaşadığı dönemin etkili ve güzel klasik müzik eserlerini duyuyorsunuz. Sonra dev ekranlara, duvarlara ve hatta tavana yansıtılan görüntülerle bu müziklerin gayet güzel örtüştüğünü fark ediyorsunuz. Sanatçının en kayda değer eserlerini seyrederken, mektuplarından derlenen düşüncelerini de okuyor ve bu duygulu sanatçının yaşadıklarına ve bıraktığı eserlere bakıp şaşırıyorsunuz. Çünkü Van Gogh, çok fazla sayıda resim yapmasına rağmen, yaşarken sadece bir resmini sattırabilmiş. 


Delilik ile dâhilik arasındaki ince çizgide gidip gelen sanatçının kısa yaşam öyküsü de şöyle:

      Vincent Van Gogh, 30 Mart 1853’te Hollanda’nın güneyindeki Zundert kasabasında papaz bir babadan dünyaya geldi. İlginç olan şu ki, bir yıl önce 30 Mart 1852’de aynı isim konmuş kardeşi ölü olarak dünyaya gelmişti. Bu travmatik olay hayatını dolaylı olarak etkiledi. Resim yapmaya başlamadan önce birçok işte çalıştı, fakat beceremedi. Bunlar, aile işi olan resim ticareti, vaiz rahipliği, gönüllü öğretmenlik, kitapçılık gibi işlerdi. 21 yaşında iken aşkına karşılık bulamadı. Aynı durum, 28 yaşında iken kuzinine olan karşılıksız aşkı ile tekrar başına gelir. 1880 yılında varlıklı kardeşi Theo’nun tavsiyesi ile resime başlar. Akademik resim eğitimi, gerek sağlık durumu gerekse akademik sanata güvensizliğinden dolayı eksik kalır. Döneminin birçok

15 Şubat 2012 Çarşamba

PARALEL HAYATTAN EŞSİZ TINILAR: The Double Life Of Veronique Filmi (İnceleme)

       
      Paralel dünyaya ait bir öyküsüyle kısaca incelediğim AnotherEarth (2011) (Başka Yeryüzü) bilimkurgu filminden sonra aynı dönemde internetten bulup izlediğim _ bir paralel dünya olmasa da_ paralel hayatlara dair öyküsü olan bir filmden bahsedeyim: The Double Life Of Veronique veya orijinal ismiyle “La Double Vie de Veronique”(1991), Türkçe ismiyle Veronique’nin İkili Yaşamı.
      Bu dramatik film, Veronique ve Weronika isimli “iki” kadının yaşamına odaklanıyor. Bu iki kadın hem aynı hem de farklıdır. Aynı zamanda doğmuş olan bu iki kızın müziğe olan tutkuları da ortaktır. Hatta ikisinin de kalbinde sorunlar vardır. Görsel olarak adeta “ikiz” olan bu iki kadın birbirlerinden habersiz olmalarına rağmen metafiziksel olarak birbirlerine bağlıdırlar. Veronique, Fransa’da yaşamakta, Weronika ise Polonya’da yaşamaktadır. Adeta “ikiz” bedenlerde bulunan bu “iki aynı kadın”ın kaderleri aynı mı olacaktır ve kesişecek midir? Mistik bir şekilde bazen benzer, bazen ise farklı deneyimleri yaşayan bu kadınlar birbirlerini belli belirsiz hissetmekte fakat bu bağı anlamlandıramamaktadırlar. Bir konser sırasında Weronika’nın başına gelen talihsiz olaydan sonra ise Veronique’in hayatı daha da ilginç hale gelir…