17 Aralık 2012 Pazartesi

ŞEB-İ ARUS VE MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ



                                                  Mevlana ve Şems-i Tebrizi’nin Aziz Ruhlarına Saygılarımla…


MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ’NİN HAYATI: Mevlana’nın hayatına ilişkin bilgiler ve resimler, ilerleyen günlerde buraya eklenerek yazı güncellenecektir.

MEVLANA’NIN YAKLAŞAN ÖLÜMÜ VE ŞEBİ ARUS: 
    1273 yılı sonbaharına gelindiğinde Mevlana’nın soluk buğday yüzü hafifçe sararmaya başladı, kısa ve düzgün sakalındaki kırçıl sakalları daha da arttı. Uzun ve zayıf vücudu, tevazu ve hiçlik duygusuyla birlikte öne biraz daha eğildi. Geceli gündüzlü yazılan Mesnevi tamamlanmıştı. Bu arada riyazete de devam etmekteydi. İri ve ela renkli gözleri ise parıltısını koruyordu. Bu gözlerine çoğu kimse dikkatle bakamıyordu. Bu sıralarda Konya’da sık sık depremler olmaktaydı. Halk sokaklara fırlayıp zaman zaman çadırlarda kalıyordu. Yine büyükçe bir deprem olduktan sonra Mevlana “ Korkmayınız, yerin karnı acıktı. Son günlerde yağlı bir lokma istiyor. İnşallah muradına çabuk vasıl olur da, siz de üzüntüden kurtulursunuz” dedi.
    Bu depremden birkaç gün sonra da bir daha ayağa kalkamadı ve yatağa düştü. Yapılan tüm tedavilere rağmen ateşi düşmüyor, nabzı hep yüksek atıyordu. Bu durumu kırk gün kadar sürdü. Konya halkı ve ileri gelenleri bu duruma çok üzülüyorlardı. Eşi Kerra Sultan da bunların başındaydı. “Keşke, Mevlana’nın yüzlerce yıllık ömrü olsaydı da dünyayı hakikat ve mana incileriyle doldursaydı” dedi. Mevlana, bu sözlerin üzerine “ Niçin yüzlerce yıllık ömür? Bizi ne sandın? Biz ne Firavun, ne Nemrud’uz. Bizsiz bu yalan dünyada huzur ve karar nasıl olur? Biz,başkalarına faydalı olalım diye bu dünya zindanında kaldık. Yoksa kimin malını çalmışız ki mahpus olalım.” dedi. Sonra da baş ucundakilere “Bu dünyadan göçeceğim diye hiç üzülmeyiniz. Ne halde olursanız olun, sizinle beraberim. Hz. Peygamberin “Benim ölüm de dirim de sizin için hayırlıdır” sözünü ben de aynen tekrar ediyorum. Bunun manası, benim dirim, doğru yolu göstermek, ölümüm de yardım etmek içindir.” dedi.
    17 Aralık 1273 Pazar günü, kış olmasına rağmen hava parlak güneşliydi. Mevlana, “Canı, sen aldıktan sonra ölmek şeker gibi tatlı. Seninle olduktan sonra, ölüm tatlı candan daha tatlı” diyordu. Akşam güneş batarken Mevlana da Hakk’a kavuşmuştu. Tüm Konya’da bir feryat koptu. Son hizmetler yerine getirildi ve ertesi gün cenaze kaldırılmak üzere hazırlandı.
     18 Aralık sabahında salalarının okunması ile şehir, cenazeyi kaldırmaya hazırlandı. Cenazesi medresenin avlusundan çıkarıldıktan hemen sonra alanda sanki kıyamet koptu. Ne Konya, ne başka bir yer böylesi değişik insan gruplarını görmemişti. Sultanlar, emirler, bilginler, cahiller, imamlar, papazlar, siyahlar, beyazlar, her dinden, her ırktan, her mezhepten, her sınıftan ve kılıktan insan ilk defa Mevlana’nın cenazesi önünde heyecanla toplanmışlardı. Sanki yazmış olduğu rubaisindeki “ Gelsin, varlık namına ne varsa gelsin… Kâfiri, putperesti, Mecusi’si gelsin” mısraı bugün için söylenmiş gibiydi. Halk, tabuta el sürebilmek için hücum etti. Birbirlerini çiğnediler. Tabutu taşıyanlar bir türlü ilerleyemiyordu. Buna bir çare bulmak için birisi atıldı ve “ Müslüman olmayanlar çekilsin!” diye bağırdı. Kimsenin orayı terk etmeye niyeti yoktu. Tam tersine kalabalık daha da artıyordu.
    Cenazenin ilerlemesi ve mevcut durumu çözmesi için halktan bir grup, Başvezir Sahip Ata Fahreddin Ali ile Emir Süleyman Pervane’ye şikayette bulundular: “Mevlana, Müslümanların şeyhidir. İseviler (İsa Peygamberin dinine mensup olanlar), Museviler, diğer dinlerden olanların aramızda işleri ne? Bunlar hangi yüzle cenazeye geliyorlar? Çekilip gitsinler, biz de rahatça vazifemizi yapalım” dediler.
    Bunu işiten hahamlar ve papazlar atıldılar: “Hayır, bu din padişahı bizim reisimiz sayılır. Biz, Musa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık. Kendi kitaplarımızda okuduğumuz peygamberlerin hareket ve kişiliğini O’nda gördük. Siz Müslümanlar nasıl Mevlana’yı devrin Muhammed’i olarak görüyorsanız, biz de zamanın Musa’sı olarak biliyoruz.” Dediler. Bir başkası:” Yetmiş iki millet sırını bizden işitir. Biz bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir ney’iz.” demedi mi diye destekledi. Başka dinden olanlar da benzer sözler söylediler:” Güneşi bütün alem sever, siz güneşi bizden nasıl mahrum edersiniz?” dediler. 


   Cenaze güçlükle ilerleyebildi. Atlı muhafızlar, sopalarla halkı kovmasına rağmen halkın hücumu bitmedi. Tabut birkaç kez kırıldı ve tamir edilmek zorunda kalındı. Çünkü tabutu tutan da bir daha bırakmak istemiyordu. İkindi vaktine doğru, ancak musalla taşına tabut konabildi. Cenaze namazını, Mevlana’nın vasiyeti gereği Sadreddin Konevi kıldıracaktı. Dostu olan Konevi, tabuta yaklaştı biraz sendeledi. Sonra da heyecandan yere yığılıp bayıldı. Kadı Siraceddin hemen öne geçip namazı kıldırdı. Ancak akşam güneş batarken namaz kıldırılabildi. Tam bu anda gök kızıl

4 Aralık 2012 Salı

DOKUZ KEHANET-CELESTINE PROPHECY KİTAP VE FİLMİ



             EDEBİYATTAN SİNEMAYA UYARLAMALAR–8

                                           Zihninizle değil, ruhunuzla bakın                      
                                                                           Dünyaya açılmak için bekleyen                                                                                  Ve bizden önce zaten gelmiş olan hayata bakın
                                                                           Daha yakından bakın ve görecek gözleri bulun 

                                                                                                         Celestine Prophecy Filminden.




   Bu ay, tüm dünyada çok satmış Celestine Prophecy, bizde çevrilmiş ve yayınlanmış ismiyle “Dokuz Kehanet” isimli romandan ve bunun aynı isimli film uyarlamasından bahsedip, “kehanet” olgusuna da göz atacağız.

DOKUZ KEHANET (CELESTINE PROPHECY) ROMANI ve KONUSU:
    Romanın ismi, Peru’da _sözde_ Celestine Harabeleri’nde arkeolojik olarak bulunan el yazmalarındaki bilgilere atıfla “Celestine Kehaneti” şeklinde konmuştur. Ülkemizde ise bu isim, romanda bahsedilen “9 Anlayış”, ya da “9 Bilgi”den yola çıkılarak “9 Kehanet” olarak konulmuştur. Gerçekte böyle bir yer yoktur ve böyle kehanetler de bir yerlerde bulunmamıştır. Bazı internet sitelerinin bunları gerçekmiş gibi yazdığını biraz şaşırarak da olsa gördüğüm için bunu belirtmek istedim. Roman, 1993 yılında James Redfield tarafından yazılmış ve çok kısa sürede kendi baskısı olarak yaklaşık 100.000 adetlik bir başarıya ulaştıktan sonra, 1994 yılından itibaren Warner Books tarafından yayın hakları satın alınmıştır. Kitap, New York Times Çok Satanlar Listesi’nde üç yıl devamlı olarak kalmış ve şu ana kadar tüm dünyada 40’ı aşkın ülkede, 23 milyonu aşan bir satış grafiğine ulaşmıştır.  


    Romanın konusuna gelince, kahramanımız (filmdeki ismiyle John), yılar önceki arkadaşı Charlene ile buluşur. Arkadaşı kendisine, arkeolojik bir kazıda Peru’da bir harabede Aramik diliyle yazılmış olarak bulunan bazı el yazmalarından bahseder. Bu el yazmalarının dokuz öğretiyi kapsadığını fakat bunları elde etmenin pek de kolay olmadığını belirtir ve kendisinin Peru’ya gitmesini tavsiye eder. Bu çağrıya uyan John, uçakla Peru’ya gitmeye karar verir. Gerek uçakta, gerekse Peru’ya gittikten sonra uygun eşzamanlılıklarla ve durumlarla bu yolculuğunda karşısına çıkması gereken _ yardımcı olan ya da engelleyici konumda olan_ kimseler karşısına çıkmaya başlar. Örneğin spiritüel konulara ve el yazmaları ile ilgili bilgilere hâkim olsan Will ile tanışacak, yine kendisi gibi el yazmalarını araştıran Marjorie isimli genç bayanla da bu arayışı birlikte sürdürecektir. John, bu arayışını gerçekleştirirken sadece el yazmalarını değil, kendisini ve yaşamı daha iyi tanıma ve keşfetme yolculuğuna da çıkmış olacaktır. Her bir öğretiye ulaştıktan sonra diğer öğretinin kapsamına da ulaşmak için çaba göstereceklerdir. Esas amaç, kimsenin bilmediği ve tüm öğretileri kapsayan dokuzuncu öğretiyi bulup öğrenmek olacaktır. Üstelik bu sonuncusu, yazılı da değildir. Fakat, Peru hükümeti ile birlikte kilise, askeri güçleri de kullanarak bu araştırmacıları saf dışı etmek ve el yazmalarını imha etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır…    
     Romanla ilgili benim dikkatimi çeken bir husus da, her bir öğretiye ilerlenirken romanın içinde daha önce bahsedilen geçmiş öğretilerin sık sık hatırlatılması oluyor. Yazar, adeta bunları bize öğretmeye azmetmiş gözüküyor ve bu didaktik tavrı biraz göze çarpıyor. Ayrıca, romandaki “iyiler”in her zaman doğruları fark eden, algıları neredeyse daima açık, neredeyse tümünün insanlardaki enerji alanlarını gözle görebilen kimseler olmaları da romandaki gerçeklik duygusunu biraz zedelemekte. Fakat, bunlara karşın Yeni Çağ öğretileri ve bilgileri, yeterli tekrar yapıldığı için özümsenmiş oluyor. Ayrıca, bu bilgiler macera ve kovalamacıların içerisine başarılı bir şekilde enjekte edildiği için roman kolay ve akıcı bir şekilde okunabiliyor. Elbette romanda macera, bir fon teşkil etmekte; buna eşlik eden “bilgiler” merak uyandırmaktadır. Bu bilgilere uzak olanlar için roman, safsata türü gözükebilecek iken; az çok “insan enerjisi, aura, chi, insanın evrimleşmesi (tekamül)” gibi kavramlara alışık olanlar için oldukça cazip bir roman olabilecektir. 


DOKUZ KEHANET KİTABINDAN BAZI AFORİZMALAR:

Çoğu insan, yaşamı boyunca başka insanların enerjisini sahiplenmenin peşinde koşar.
Sevmek için kendini zorlamayacaksın, sevginin içine girmesine izin vereceksin.
Annenin yaşantısında değiştirmek istediğin hususlar, gerçekte kendi yaşamında değiştirmek istediğin hususlardır.
Hepimiz hayatımızın belli dönüm noktalarını dikkatle inceleyip, bunları evrimimizin ışığında sorgulamalıyız.
Geçmişi berraklaştırmak, bireysel yollarla çocukluğumuzda öğrendiklerimizi kontrol etmekle başlar. Bu alışkanlığımızdan bir kez kurtulduk mu, kendimizi daha yüksek seviyedeki evrimsel kimliğimizde buluruz.
Sevgi duyamazsan kendine zarar verirsin, sevgi sayesinde titreşimlerini yüksekte tutarsın ve sağlıklı olursun.

3 Aralık 2012 Pazartesi

BENİM GÖZÜMDEN… (ÖYKÜM)



                                               BİR RESİM, BİR ÖYKÜ - 2

Blog Notu:  Aşağıdaki öykü, Notos Öykü ve İki Aylık Edebiyat Dergisi'nin (Ekim-Kasım 2012) 36’ncı sayısında yayınlanan, Diane Arbus imzalı aşağıdaki fotoğraftan esinlenerek yazılmıştır. 

   “Onun elinden tut Robert, elinden sıkı tut!” 
   “Tutuyorum tabii Samantha, bak işte!” 
   Babamın elimi sıkı sıkı sıkı kavrayışını sanki dün gibi hatırlıyorum ve tabii annemin benimle ilgili ona yaptığı ikazları… 
  Evden dışarı çıkmamız saatler sürerdi. Bazı akşamlar ve tabii hafta sonları dışarı çıkacağımızı kolaylıkla anlardım: Annemi uzaktan seyrederek… Önce annemin kıyafetlerini tek tek üzerinde denemesi, makyajını uzun uzun aynada yapması, takılarını bir bir ayna önünde denemesi, sonra kız kardeşimi hazırlaması, babamın giydiklerini beğenmeyip değiştirtmesi, sonra babama benimle ilgili talimatlarını vermesi. “Onun saçını taradın mı Robert?”, “O, açık renk pantolon giymedi değil mi Bob? Biliyorsun yere düştüğünde çabuk kirleniyor.” ya da “ Çabuk çıkart şu üzerindekini tatlı çocuk. Anneni üzmeyeceksin yine, değil mi?” 
 Cynthia ile aramda beş yaş fark vardı. Güzel ve alımlı Cynthia, tıpkı annesi gibi… Cynthia en güzeli olmalıydı, en alımlı, en göze çarpan... ”Cynthia, canım benim! Sana bu beyaz elbiseyi aldım, prensesler gibi gözükeceksin bununla.” Evet, prenses olmaya çok az kalmıştı, üstelik daha kolejde okurken. 
  “Yılın Meleksi Güzeli” yarışmasına daha bir yıl varken evde hazırlıklar başlamıştı. Oturup kalkma ve yürüme dersleri, gözleri kocaman açarak bakış fırlatma ve dönerken eteği zarafetle dalgalandırma denemeleri… Kız kardeşim yarışmada ikinci oldu. Yarışmada sonuçlar açıklanırken annemin adeta şok olduğunu hatırlıyorum ve hatta kız kardeşimin de. Eve dönünce kriz büyümüştü. “Bob, ama bu gerçekten haksızlık; birincilik kızımın hakkıydı.” Babamın “Ama güzelim ikincilik de çok güzel” sözü ikisini de yatıştırmamıştı. “Neler diyorsun Bob? Kızımın hakkını yediler, niye anlamıyorsun?” Cynthia’nın o akşam, çok ağlamaktan gözleri şişmişti. Anne-kız, en sonunda ikincilik tacını da yere atıp parçaladılar. Annemin bana dönüp “Şuna bak, yine hiç tepki yok. Yoksa kıskanıyor musun kardeşini?” demesini, babamın o sırada bir kızına, bir karısına şaşkın gözlerle bakmasını, ona baktığımı görünce de mutfağa gidişini dün gibi hatırlıyorum.



     Bundan yıllar önce çektirdiğimiz fotoğraflardan birine bakıyorum, o zaman farklı şeyler var mıydı? Sanırım, o fotoğrafçı kadın dışında yoktu. Yıllarca unutmadığım, unutmak da istemediğim o kadının çektiği bu fotoğrafa bakınca, üzülmekle sevinmek arasında kaldığımı fark ettim. Birlikte şehri gezmeye gittiğimiz o zaman, Cynthia annesinin kucağında daha bebekmiş, bense küçük bir çocuk. Babam henüz saçlarını dökmemiş ve sanırım o zaman da annemin sözünü dinleyerek elimi tutmuş. Annemi söylemeye gerek var mı? Yine bakımlı, yine havalı, yine her şeye hâkim… Yüzünü hayal meyal olsa da, fotoğrafı çeken kadını gayet iyi hatırlıyorum. Bana bakıp bakıp yüzümü okşamasını, “Ne tatlı bir çocuk bu” deyişini, sonra anne ve babamla

TASAVVUFTA YEME İÇME KÜLTÜRÜ VE SOFRA ADABI: DERVİŞ SOFRALARI (KİTAP)

                                                                                         Biz bu dünyada bir kuşuz.                                                                                          Her yöne uçup gideriz.                                                                                                Hakk’ın nimetlerin yiyip                                                                                           Suların içip gezeriz.                                                                                                                                Eşrefoğlu

       Geçen hafta Aşure Günü dolayısıyla bir yazı hazırlamış ve Tekke Aşuresi’nin tarifini de siteme eklemiştim. Bu vesileyle, benim de yararlanmış olduğum Sahrap Soysal’ın hazırladığı güzel bir eseri yeri geldiği için tanıtmak istiyorum. Kitabın ismi, Derviş Sofraları. Ciddi emek verilerek hazırlanmış bu kitap, sadece bir yemek kitabı değil, geçmişten günümüze kadar, bizlere kaldığı kadarıyla tasavvufta yeme ve içme kültürünü tanıtan, bunun yanı sıra da Mevlevilikte, Ahilikte ve Alevi Bektaşilikteki yemek kültürünü ve bazı yemek tariflerini bulunduran güzel bir kitap. 
      Kitapta önce Kaygusuz Abdal’ın yazdığı Yeme İçme Destanı isimli ilginç bir şiiri yer alıyor. Sonra tasavvufla ve geçmişteki tarikatlar ile Osmanlı İmparatorluğu’ndaki işlevleri konusunda kısa tanıtım sayfaları bulunuyor. Sonra da, daha geniş kapsamlı tasavvuf erbabının yeme içme kültürü ve adabı incelenip, çorbalar, et yemekleri, pilavlar, tatlı ve helvalar ile hoşaflar, tekke yemekleri kültüründe yer alma şekliyle inceleniyor. En sonunda da kitabın en geniş kapsamlı bölümü olan yemek tarifleri bulunuyor. Bu bölümde bamya çorbasından Mevlevi sütlacına, Belh Özbek pilavından Baklava Sufi’ye kadar 63 Mevlevi yemeği tarifi var. Ovmaç çorbasından pekmezli hasudaya, şaştım aşı yemeğinden cevizli yumurta tatlısına kadar da 17 Ahi yemeği tarifi bulunuyor. Tavuklu Bektaşi pilavından Pohut tatlısına, tahinli haşhaşlı kömbeden ekmek helvasına kadar da 63 Alevi Bektaşi yemeğinin tarifi var. Yani toplamda 143 yemeğin tarifi kitapta yer alıyor. Tariflerin arasında da Mevlana’dan Yunus Emre’ye kadar birçok güzel deyiş yer alıyor.


Derviş Sofraları Kitabından, Tasavvuftaki Yeme-İçme Kültürüne Ait Bazı Hususlar:  

- Meyve hamken dala tutunur, tıpkı dünya malına yapışmış ham insan gibi; olgun meyve kendin bırakır yere, tıpkı dünya malında gözü olmayan olgun insan gibi…
- Ahi Evran’ın kurduğu Anadolu’daki bir esnaf örgütlenmesi olan ve tasavvufi bir nitelik taşıyan Ahi toplantılarında, uzun ve soğuk geçen kış toplantılarında sohbet ve oyun oynanırdı. Özellikle helva sohbetleri meşhurdu. Bu toplantılarda hindi dolması, börek, gözleme gibi yiyeceklerin yanında baklava, revani, kaymaklı kayısı tatlıları yenir, şerbet ve boza içilirdi. Helva olarak çoğunlukla gaziler helvası veya sütlü irmik helvası yenirdi.
- Ahilik geleneğinin çeşitli uzantıları oldukça azalarak da olsa birçok yerde değişik isimlerle devam etmektedir. Kütahya ve Çankırı’da yaren teşkilatı, Ankara’da delikanlı teşkilatı, Antalya’da keyif (gezmesi), Kastamonu’da erfane, Tokat ve Şanlıurfa’da sıra gezme…vb.
- Kütahya’nın Gediz ilçesindeki “yarenlik” teşkilatı toplandığında, önce sütlü ya da yoğurtlu bir çorba yenir. Arkasından hindi kızartması veya dolması ile su böreği yenir. Ağız değiştirmek için yenen helva ya da höşmerimden sonra bol limonlu bamya, pilav ve hoşafla yemek sona erer. Gecenin ilerleyen saatlerinde sazlar çalınıp türküler söylenir ve oyunlar oynanır. Geç vakit helva ve kabak tatlısı yenir.

23 Kasım 2012 Cuma

AŞURE GÜNÜ VE LEZZETLİ BİR AŞURE TARİFİ: TEKKE AŞURESİ



                                                                                        
                                                                                         Varken dağıtırız, yokken şükrederiz.                                                                                                                          Cüneyd Bağdadi

       24 Kasım 2012 Cumartesi günü Aşure Günü’nü kutlayacağımız için bu yazımda önce Aşure Günü’nün   anlamı  ve  tarihi  geçmişi  hakkında  bilgi  vereceğim,  sonra da  Alevi - Bektaşi mutfağından Tekke Aşuresi’nin tarifini de sunup; lezzetli bir aşurenin yapılması ile ilgili tüyoları ve ilgili linkleri, derlediğim kadarıyla sizlerle paylaşacağım.

MUHARREM’İN 10’U: AŞURE GÜNÜ ve TARİHİ GEÇMİŞİ (ASHURA DAY AND IT'S HISTORY)
    Aşure (ya da Aşura), Arapça’dan gelme olup “On (10)” anlamındaki “aşara” kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin İbranice kökenli olduğunu iddia eden uzmanlar da mevcuttur. “Aşure” kelimesi, uzun zaman içerisinde iki temel anlama bürünmüştür. Birincisi, İslamiyet’teki Hicri takvimdeki ilk ay olan Muharrem ayının onuncu günü anlamında, ikincisi de herkesin bildiği aşure (tatlısı) anlamındadır.
   Önce ilk anlamından ve bunun da geçmişinden başlayalım: Aşure (Günü), henüz İslam dininde kutlanmıyor iken daha önceki dinler ve peygamberleri tarafından gün olarak _belki aynı ya da farklı isimlerle_ kutsal bir gün olarak biliniyordu. Bu kutsal güne dair, üstelik farklı dinlerde olmasına rağmen kabul edilen birçok önemli olay bulunmakta veya yakıştırılmaktadır. Bazı din ve tarih araştırmacıları bahsi geçen önemli olayların hepsinin bu günde olamayacağını, elde mevcut yeterli kanıt olmadığını belirtmektedirler. (İlgili araştırma ve incelemelerden Dr. Eyüp Baş’ın araştırmasına aşağıdaki ilgili linkten ulaşabilirsiniz). Özellikle aşağıda belirtilen ilk üç önemli olayın bu günde olduğu yönünde görüş birliği oluşmuş gibidir. Yine de bahsi geçen tüm bu olayların bir kısmı bile eğer bu günde oldu ise, bu açıdan oldukça kayda değer bir gün olduğu şüphesizdir. Bu önemli olaylar şunlardır:
1. Hz. Musa (a.s.), kavmi ile kaçarken Firavun ‘un ordusu Kızıldeniz’de boğulmuş ve aşure gününde kurtulmuşlardır.
2. Hz. Nuh (a.s.), gemisini Cûdi Dağı'nın üzerine aşure gününde demirlemiştir.
3. Hz. Âdem'in (a.s.) tövbesi aşure günü kabul edilmiştir.
4. Hz. Yunus (a.s.), balığın karnından aşure günü kurtulmuştur.  
5. Hz. Yusuf (as), kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan aşure günü çıkarılmıştır.
6. Hz. İsa (as) o gün dünyaya gelmiş ve o gün semâya yükseltilmiştir.
7. Hz. Davud'un (a.s) tevbesi o gün kabul edilmiştir.
8. Hz. İbrahim'in (a.s.) oğlu Hz. İsmail (as) doğmuştur.
9. Hz. Yakub'un (a.s.) oğlu Hz.Yusuf (as)'ın hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başlamıştır.
10. Hz. Eyyûb (a.s.) hastalığından o gün şifaya kavuşmuştur.
   Aşure gününde oruç tutmak da yüzyıllar boyu yaygın bir gelenek ve ibadet olmuştur. Üstelik sadece İslamiyette değil, Yahudi toplumunda da. Hatta, Yahudi toplumunun en kutsal ve önemli günü kabul edilen Yom Kippur (Kefaret) Günü’nün de Aşure Günü ile benzerliği dikkat çekicidir. (Bakınız: Aşağıda, Aşure Günü ile ilgili Dr. Baş araştırması-Sayfa:6) Acaba başlangıçta her iki dinde de bu gün, aynı zamanda kutlanmış; Yahudilerin Gregoryen takvime geçişi ile farklı zamanlarda kutlanmaya başlamış olabilir mi? Bu konunun daha iyi araştırılması gerekiyor belki de… 
  İslam Tarihinde Hicri 680 yılı, Muharrem ayının 10’unda Kerbela Olayı (Savaşı) meydana gelmiş ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) torunu Hz. Hüseyin ve beraberindekiler çölde etrafları sarılarak susuzluğa bırakılmış ve sonra da şehit edilmişlerdir. Emevi döneminden itibaren aşure günüyle ilgili olarak zaman zaman Sünni ve Şii’ler arasında kutlama/acı çekme kutuplaşması yaşanmış ise de zamanla bu durum yumuşamış ve günümüzde de Sünni vatandaşlarımızın Hz. Hüseyin’in katlini tasvip etmedikleri halde kutladıkları; Alevi vatandaşlarımızın ise matem tuttukları bir gün halini almıştır. 

OSMANLI DÖNEMİNDE AŞURE GÜNÜ GELENEĞİ:

   “Hicret senesinin başı olan Muharrem ayının onuncu gününden başlamak üzere, Muharrem sonuna kadar İstanbul’un bütün evlerinde iki kase olsa da aşure pişirmek uğur ve bereket sayılırdı. Her sınıftan kimseler buna özen gösterir ve özellikle onuncu gün pişirmeye dikkat ederlerdi. Aşure pişirilmesi, Nuh Peygamber’in sünneti olarak da herkesçe kabul olunmuş ve İslam’ın ortaya çıkmasından sonra da buna uyulmuştur. Ekseriya hayırseverler aşure pişirip halka ve bilhassa fukaraya dağıtmak için imaretler ve vakıflar yapmış ve masrafı karşılayacak gelir bırakmışlardı…
…Osmanlılar dönemi boyunca  aşure geleneğinde öncelik Saray’a aitti. Muharrem ayının 10’ncu günü Topkapı Sarayı mutfaklarında pişirilecek aşure için Kilar-ı Has’tan gereken malzeme verilir, birkaç gün önce hazırlıklara başlanırdı. Saray aşuresini helvacıbaşılar pişirmekteydiler. Büyük kazanlarda hazırlanan aşureden ilk olarak özel bir törenle padişaha,  harem halkına sunulması, sonra devlet ileri gelenlerine, imaretlere, halka dağıtılması adetti... Saray matbahlarının her birinde iki ve dört kulplu büyük kazanlarda buğday, incir, üzüm, kayısı kurusu, nohut, bakla vb. malzeme ile “daneli” denen aşureler pişirilir, 10 Muharrem gecesi sırık hamallarınca taşınan 50-60 kazan, Yıldız Talimhane Meydanı’na götürülerek düzgün bir sıra halinde dizilirdi. Sabah erkenden Matbah-ı Amire Müdürü, vekilharc ve helvacıbaşılar resmi giysileriyle meydanda hazır beklerler, seccadecibaşının aşure dağıtımının padişahın buyruğu olduğunu duyurmasından sonra Matbah-ı Amire Müdürü dua eder, amin diyen halka parmaklıklı kapılar açılır, her kazanın önünde kuyruklar oluşur ve beraberinde getirdikleri kaplara aşureler doldurulurdu. Bu sırada disiplinin sağlanamadığı, görevlilerin tepeden tırnağa aşure bulaşığına battıkları, hatta hücum edenler arasında kazana düşenler olduğu da görülürdü…” (Dr. Eyüp Baş araştırmasından alıntıdır) 
   

AŞURE TATLISININ GEÇMİŞİ VE SEMBOL DEĞERİ:
     Aşure gününde ve günümüze kadar bu isimle anılan tatlının tarihi geçmişinde kesin olarak bilinen husus, Hz. Nuh’un büyük tufan sonrası gemisinin karaya oturması sonrasında, yiyecek olarak fazla da bir şey kalmayınca gemide kalan tüm malzemeler toplanmış ve bundan bir çeşit çorba türü yemek yapılmıştır. Bu yemek, yani günümüzdeki aşure, kurtuluş zamanında şükür orucu ile birlikte yenmiş ve bu gelenek yüzyıllar boyu devam etmiştir. Halen, dış ülkelerde “Noah’s Pudding”_ yani “Nuh’un Tatlısı” ya da “Nuh Pudingi” şeklinde isimlendirilen Türk tatlısı

11 Kasım 2012 Pazar

ZİHİNLERE SONDAJ YAPMANIN BEDELİ: İÇERİDEN ÖLMEK (Roman)


     
    Başkalarının zihnindekileri okumak ister miydiniz? Kimler, neler düşünüyor, neler hissediyor bilmek ister miydiniz? Böylesi bir yeteneği “gerçekten” ister miydiniz? Peki, böylesi sıra dışı bir yetenek, sizin hayatınızı güzelleştirir miydi ve böylelikle daha mutlu olur muydunuz? Tüm bu sorulara “Evet” diyorsanız önce bu yazıyı, sonra da bu yazıda tanıtılan “İçeriden Ölmek” romanını okumanızı tavsiye ederim.
    Son yıllarda okuduğum en ilginç, ironik ve sürükleyici bir romandan bahsedeyim: İthaki Yayınlarının 2011 basımlı kitabı “İçeriden Ölmek” (Dying Inside). Romanın yazarı ise bilimkurgu edebiyatının en itibarlı ödülleri olarak kabul edilen Hugo ve Nebula ödüllerini birçok defa kazanmış olan usta yazar Robert Silverberg. Roman, İthaki Yayınlarının “Başka Kitaplar” başlığı altındaki seriden çıkmış. Bilimkurgu edebiyatında (Kitap içeriğinde belirtilmese de) 1972 ve 1973 yıllarında birçok prestijli ödüllere aday olmuş, fakat bunları kazanamamış; yine de bilimkurgu edebiyatındaki önemli listelere adını yazdırmış önemli bir eser. (Bakınız: Yazı sonundaki “Romanın Başarıları” bölümü)
     Bu romanı biraz gecikerek de olsa Türkçeye kazandıran İthaki Yayınları’na, yayına ve baskıya hazırlayan Evrim Öncül’e, Şükrü Karakoç’a, çok iyi bir çeviri yapmış olan Elif Ersavcı’ya, yabancı baskılarından daha güzel bir kapak illüstrasyonu ve tasarımı yapmış olan Ethem Onur Bilgiç’e teşekkür ederek kitaba geçelim:

     Romanın konusu, kendisinde sıra dışı bir yetenek olduğunu daha küçük yaşlarında iken fark eden David Selig isimli bir adamın yaşadıkları ile ilgili. Bu sıra dışı yetenek, insanların zihinlerine bakabilme ve bunları bilebilme gücü. Yani bir anlamda telepatik bir güce sahip bir adamın yaşadıkları ile ilgili. Yalnız bu telepatik güç tek taraflı çalışıyor. Karşılıklı zihinsel bir iletişim yok burada. Tek taraflı bir zihin sondajı durumu diyebiliriz kısaca. (Telepati ile ilgili özet ve güncel bilgiyi, yakında bu blogda okuyabilirsiniz).
    David, bu yeteneği ile yıllarca geçimini de sağlamıştır. Kolej öğrencilerinin zihinlerine göz atarak edebiyat ödevlerini sanki kendileri yapmış gibi yazabilmekte, böylece edebiyat öğretmenlerinin bu ödevleri gerçekten bu öğrenciler tarafından yapılmış gibi algılanmasını da sağlamaktadır. Romanı okurken, dünya edebiyatı ile ilgili bazı bilgileri de öğreniyorsunuz. Yalnız, bu yetenekle doğup büyüyen David Selig’i (kısaca Duv’u) bekleyen bir sürpriz vardır. Orta

6 Ekim 2012 Cumartesi

KUVAYİ MİLLİYE DESTANI (İnceleme)



                     EDEBİYAT UYARLAMALARI–7

                                                                                Kurtuluş Savaşı’nı Yaratanlara ve Yaşatanlara…
      Bu ay her yönüyle sıra dışı bir uyarlamadan bahsedeceğiz. Tarihimizdeki eşsiz ve sıra dışı bir var olma mücadelesi ile bunun zaferi olan Kurtuluş Savaşı’ndan ve bu zaferin tarihi gerçeklerinden ilham alan Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye (Destanı) ile aynı isimli ve Nuri Kurtcebe imzalı çizgi roman uyarlamasını inceleyeceğiz. Ayrıca bu güzel eserin televizyon dizisi yapılması projesinden bahsedeceğiz.

  
VAROLUŞ ZAFERİNİN GÜZEL ŞİİRİ: KUVAYİ MİLLİYE DESTANI

    Kurtuluş Savaşımızın en güzel ve çarpıcı edebi eserlerinden biri hiç şüphesiz Kuvayi Milliye Destanı isimli şiirdir. Bu şiirin adı “Kuvayi Milliye” ise de “daha kolay anlaşılması için “Kuvayi Milliye Destanı” şeklinde de anılmakta ve kullanılmaktadır. Hatta, yer yer “Kurtuluş Savaşı Destanı” şeklinde de anılmaktadır. Kuvayi Milliye Destanı şeklinde söylemek de yanlış olmaz, çünkü Nazım Hikmet bu eserin son şeklini verip yayınlatmak istediğinde baskı nüshasının kapağına “Kuvayi Milliye” yazıp hemen altına da “Destan” ifadesini küçük harflerle eklemiştir. (Kaynak: Cevdet Kudret araştırması-1968) Nazım Hikmet, bu eserini vatan hainliği suçuyla ceza aldığı hapis yıllarında yazmıştır. 1939’da İstanbul Tevkifhanesi’nde yazmaya başlamış, 1940’da Çankırı Hapishanesi’nde ve 1941’de Bursa Hapishanesi’nde yazarak tamamlamıştır. Muhtemelen, şairin bu şiiri yazmasının esas nedeni,  kendisinin zannedildiği gibi bir vatan haini olmadığını, her şeyiyle vatanına ve halkına olan bağlılığını sanatıyla gösterme amacı taşımasıdır. Bu tarihten sonra eser üzerinde 1950 yılına kadar bazı düzeltmeler ve eklemeler de yaptığı bilinmektedir.
    Eser, Nazım Hikmet’in uzun okumaları ve araştırmaları sonucunda yazılmış, yazıldıktan sonra da zaman zaman esere tekrar dönülerek son şeklini almıştır. Bu okumalardan biri de Atatürk’ün “Nutuk” isimli eseridir. Eserde anlatılan olaylar gerçekten yaşanmış olaylar ve her bir karakter, halkın kendisinden olan gerçek kimliklerdir. Şair, çok bilinen bir şekilde zaferin komutanlarını ve bunların yakın çevresini değil, pek bilinmeyen, kıyıda köşede kalmış isimlerinden yani halktan bir destan yaratmayı tercih etmiştir ve bunda da başarılı olmuştur. Şairin şirini yazarken, dayısı olan ve Atatürk’ün silah arkadaşı General Ali Fuat Cebesoy’dan belge ve kaynak yardımı aldığı, hatta hapishanede ziyaretine gelenlerden de çeşitli bilgiler edindiği bilinen hususlardır. 

   Nazım Hikmet’in eserleri 1938 yılından itibaren yasaklandığı için uzun yıllar gizli-saklı bir şekilde eserleri okunabilmiş, ancak 1965 yılından itibaren ülkemizde yasal olarak basılabilmiştir. Dünyada belki de örneği olmayacak veya çok nadir görülebilecek şekilde çizer Nuri Kurtcebe tarafından şiirin her bir dizesine sadık kalınarak çizgi romana uyarlanmıştır. Bilgi Yayınevi tarafından ilki 1968’de, ve genişletilmiş baskı olarak 1974’de eser eksiksiz ve son haliyle basılmaya başlanmış; ayrıca içinde ressam Abidin Dino’nun “Kuvayi Milliye İnsanları” isimli toplam 18 resminin (bir tanesi yukarıda), Cevdet Kudret’in açıklamalı ve karşılaştırmalı notlarının ve şairin destanın başına eklemek isteyip yazdığı sonra da vazgeçtiği “Hikayei Dastan” başlıklı yazısı da bu basımlarda bulunabilir. Eserin yayın haklarını halen elinde bulunduran Yapı Kredi Yayınları’nın (YKY) halen piyasada olan yeşil kapaklı ve içinde Kuvayi Milliye’den başka Saat 21-22 Şiirleri, Dört Hapisaneden, Rubailer isimli diğer şiirlerinin de olduğu günümüzdeki baskısından daha zengin kapsamdaki bu eski baskıların daha değerli ve kapsamlı  olduğunu düşünüyorum.


BLOG GÜNCELLEME NOTU: Yapı Kredi Yayınları, yıllar sonra ilk “yeni” baskısı yapılan “Kuvayı Milliye-Abidin Dino Desenleriyle” kitabını Mart 2013’de yayınlamıştır. (YKY sitesi burada.) Kitap kapak resmi aşağıda.



Destan, Başlangıç bölümündeki “Onlar” başlığı altındaki mısralar ile başlar ve destanın son kısmı da aynı mısralar ile biter:

Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
cahil,
hâkim,
ve çocukturlar

1 Ekim 2012 Pazartesi

UNUTULMAZ ÜÇLÜ (ÖYKÜM)



       İki aylık olarak yayınlanan NOTOS Edebiyat ve Öykü Dergisi’nde amatör yazarlar için her sayıda bir resim veya fotoğraf yayınlanarak bu resim/fotoğrafa uygun olabilecek, 400-900 kelime ile sınırlı olacak bir öykü kurgulamaları istenmekte. Gönderilen bu öyküler bir sonraki sayı için değerlendirilmekte ve en uygunu seçilip yayınlanmakta. Böylece, en azından bir yazar adayının öncelikli olarak kendisi ile yarışması, bunun paralelinde de yayınlanmayı hak eden öykü ile kendi yazdığını kıyaslayarak; kendi kurgusunu, dilini, hatta hayal gücünü fark etmesi amaçlanmakta. Resim veya fotoğrafın derinliğine ne kadar yaklaşılırsa öykünün de o denli başarılı kabul edileceği dergide belirtiliyor. Elbette uygun bir üslup ve kurgu sağlanarak…              
   NOTOS Öykü’nün Ağustos-Eylül (35’nci) sayısında İspanyol ressam El Greco’nun “Fabula”isimli tablosu yayınlandı ve yine amatör yazarlardan bu resme uygun bir öykü kurgulamaları istendi. Derginin 36’ncı sayısında (Ekim-Kasım 2012 Sayısı) gönderilen öykülerden bu resme en uygun olarak Özge Kahraman’ın “Tek İstedikleri Benim” öyküsü seçilmiş. Bence güzel bir öykü kurgulanmış. Ben de bu resim için “Unutulmaz Üçlü” öyküsünü kurgulamış ve göndermiştim. Aşağıda, göndermiş olduğum “Unutulmaz Üçlü” öyküsü ve ilgili resim bulunmakta. İsterseniz önce sayfanın ortasındaki resme bakarak siz de kafanızda bir öykü oluşturmaya çalışıp, sonra okuyabilirsiniz. Amatör yazarlıkta kendinizi denemek istiyorsanız Notos Edebiyat ve Öykü Dergisi’ni alıp ister serbest konulu, isterse belirlenen resimlere göre yazdığınız öykülerinizi  gönderebilirsiniz...
     Derginin 36’ncı sayısında ayrıca kapak konusu olarak bilimkurgunun ana konularından ütopya-distopya (geleceğin aydınlık ve karanlık toplumu) edebiyatı inceleniyor.
                      

                                       BİR RESİM, BİR ÖYKÜ – 1


                                                     UNUTULMAZ ÜÇLÜ

  Hayatımın  ışığı Isabella, mutluluğumuzun kaynakları çocuklarım Angelika ile Pedro,      
  Hepinizi çok özledim. Hepiniz rüyalarımda benimle konuşuyorsunuz. Az kaldı, biliyorsunuz. On dokuz gün sonra size kavuşuyorum. Bu mektubumu aldığınızda daha da az kalmış olacak. Kızım Angelika ve oğlum Pedro, size güzel hediyeler getireceğim yine. Ama söylemem, sürpriz olsun. Ah Isabella, senin kokunu öyle özledim ki, bilemezsin. Sen şimdi yine, benim kocam aç kalıyor mudur, acaba istediği şeyleri yiyebiliyor mudur diye merak ediyorsundur. Merak etme, seninkiler kadar güzel olmasa da bazen güzel yemekler de çıkıyor burada. 
 Yalnız bu aralarda hemen hiçbirimizde keyif kalmadı. Talihsiz bir şeyler oldu ve sihir birden bozuldu. Bizlerde keyif yokken seyirciyi nasıl keyiflendireceğiz hiçbirimiz bilmiyoruz. Feliciano, biliyorsun kendisi sirkin sahibi olarak burada elinden geleni yapıyor. Gülüyor, bizlere takılıp fıkralar anlatıyor, ama hiçbirimiz o üçlüyü unutamıyoruz. Hepiniz hatırlarsınız, beni uğurlamaya geldiğiniz o sabah önce o yaramaz oğlanı görmüştünüz. Biz konuşurken, önce yanımıza gelmiş ve Pedro’nun elindeki küçük fıstık torbasını kapmıştı. Uzağa kaçıp sevinç çığlıkları atmış ve sonra tekrar yanımıza gelmişti. Fıstıklar bitmişti tabii. Sonra da küçük Angelika’mın beyaz şapkasını kafasından kapıp kaçmış ve kendi başına takmıştı. Biz gülmekten kırılırken o sevinç çığlıkları atıp etrafta koşturup duruyordu. Evet, yaramaz ama çok zeki bir şempanzeydi. Sonra koşturarak gelen Antonio’yu görmüştünüz. Paco’ya kızıp derhal şapkayı iade etmesini söylemişti. Paco da hemen getirmiş ve şapkayı Angelika’ya verdikten sonra aynı ona öğretildiği şekilde onun elini nazik bir şekilde tutup öpmüş ve başını öne eğip mahcup şekilde durmuştu. Antonio, daha 12 yaşında olmasına rağmen gerçek bir liderdi. Tüm bu numaraları onlara nasıl öğretirdi ve onlar da nasıl yaparlardı hepimiz şaşar kalırdık. Tabii bir de Ricardo vardı. Antonio ile Paco’nun arasına, sonradan Feliciano’nun isteği ile katılan üçlünün son halkası. Sizler onu görmediniz. Çok temiz, biraz safça bir adamcağızdı. Hiç kimseye bir zararı olmayan Ricardo,

17 Eylül 2012 Pazartesi

EN SAĞLIKLI VE DOĞAL YOĞURT: KENDİ MAYALADIĞINIZ YOĞURT



                                          Fotoğraf, www.lezzetlisomunlar.blogspot.com sitesinden alınmıştır.
    
    Piyasada satılan yoğurtların pek çoğunda katkı maddeleri olduğunu öğrendiğimde “tamamen doğal yoğurt” arayışına girdim ve yaklaşık bir aydır da kendi mayaladığım yoğurdu yapıp yiyoruz. Daha pratik olduğu için yoğurt makinesi satın alarak yaptığım yoğurdun yapımını anlatmadan önce; bazı üreticilerin yoğurtta yaptıkları “katkıların” neler olduğunu araştırıp öğrendiğim kadarıyla size de aktarayım. 
 Birkaç ay önce bir bilim adamının yoğurtla ilgili bir haberini okumuştum. (Bakınız: Cumhuriyet Gazetesi 05 Nisan 2012 tarihli haber ). Bu haberde, İstanbul Üniversitesi’nden Dr. Yavuz Dizdar, yoğurt da dâhil olmak üzere marketlerdeki uzun ömürlü gıdalardan uzak durulmasını tavsiye ediyor ve marketlerde bulunan yoğurtların içinde “glutatyon maddesi”nin bulunmadığını belirtiyor. Hâlbuki bu maddenin bir yoğurtta olması gereken ve bizleri birçok hastalıktan koruyan bir madde olduğunu; endüstriyel yoğurtlarda bu maddenin çeşitli nedenlerle (yoğurdun raflarda ekşime yapmaması, yoğurdun uzun süre dayanması vb.) yoğurt üreticileri tarafından alındığını söylüyordu. Bu haberi okuduktan bir süre sonra, televizyonda da yine doğal yoğurt konusunu görünce internette biraz araştırma yaptım, sonra da bir yoğurt makinesi alarak doğal yoğurt sürecine giriş yapmış oldum.  

BAZI ENDÜSTRİYEL YOĞURTLARDA NELER VAR:

    Yoğurt üretimi yapılırken sütün bir kısmı buharlaşma sonucu kayboluyor. Maliyeti azaltmak için de “milamin”, “selüloz” ve “süttozu” gibi katkı maddeleri katılıyor. Bu maddeler hem kıvamı artırıyor, hem de çok daha az süt kullanıldığı için üreticilerin maliyetini düşürüyor. Sağlık Bakanlığı tarafından bu maddelerin ancak belirli bir sınırda kullanımına izin veriliyor. Bu maddelerin, özellikle milamin ve selülozun uzun vadede insan vücuduna nasıl etki ettiğine dair bilimsel çalışmalar bulunmuyor. Eğer varsa da bunlar kamuoyu ile pek paylaşılmıyor.  
     Kıvam artırıcı olarak kullanımına sınırlı olarak izin verilen bir diğer katkı maddesi de “jelatin”. Son dönemde jelatin hakkında da bazı iddialar mevcut. Ülkemizde üretimi henüz olmadığı için dışarıdan ithal edilerek gelen bu maddenin önemli bir bölümü Avrupa ve Amerika Birleşik Devletlerinden geldiği ve bunların da domuzların deri, kemik ve bağ dokularından üretildiği TV haber programlarına da konu olmuş. (Bakınız: 17 Haziran 2012 tarihli NTV Haber programı.) Jelatin maddesi, pasta kremalarından bazı şekerleme türlerine, eritme peynirlerinden şampuanlara kadar pek çok yerde kullanılıyor. 
    Eğer meyveli yoğurt yiyor veya çocuklarınıza yediriyorsanız bu maddelerden başka “E” türevi gıda boyaları da vücuda alınıyor demektir. Bunlardan özellikle E102, E104, E110, E122, E124, E129, E211 isimli maddelerin zararlı olduğu biliniyor. Meyveli yoğurtların içeriğinde bu maddelerin olmamasına dikkat etmek gerekiyor. Hatta en iyisi endüstriyel tip meyveli yoğurtlardan kaçınmakta fayda var. 
    Yoğurdun üstünde kaymak olması sizi yanıltmasın. Bunun yolu da bulunmuş. Tereyağı aromalı

8 Eylül 2012 Cumartesi

KARGANIN GÜLDÜĞÜ – Nihan TAŞTEKİN (KİTAP)




    Polisiye edebiyatına ilk olarak ortaokul ve lise yıllarında merak salmış ve okumuştum. Bunlar, Agahta Christie romanları ve bazen kara filmlere (film noir) önemli kaynak da olan bazı kara romanlardı. Sonra polisiyeye epey bir ara verdikten sonra benzer bir türdeki Patricia Highsmith romanlarını zevkle okudum. Araya başka türler girerek okumalarım devam etti. İki yıl kadar önce, Ankara’da ara sıra uğradığım sahaf Ayhan (Ataman) ağabeyin tavsiyesi ile polisiyeye bir anlamda dönüş yaptım. Geçmişte Akba Yayınlarından çıkmış olan Cornell Woolrich, (ya da bizde bilinen adıyla Wiilliam Irish), Erle Stanley Gardner, Ellery Queen gibi yazarların gerçekten güzel polisiye romanları ile tanışmış oldum. 
    İki yıl önce, polisiye romanlar ararken gözüm raflarda bir Türk kadın yazarın kitabına takılmıştı. “Kertenkelenin Uykusu-Nihan Taştekin”. Pek fazla beklentim olmadan kitabı alıp okudum ve beklentimin tersine şaşırarak beğendim. Bu kitapta Cem Beyoğlu isimli bir Türk dedektif tanıtılıp polisiye bir olayı çözmesine tanık oluyorduk. Kitabın konusu bir yana, romanda çok çarpıcı bir dil, gerçeklik ve akıcılık vardı. Buna yer yer ince bir mizah da eşlik ediyordu. Bu da okumanıza keyif katıyordu. Sonra yazarın yayınlanmış ikinci bir kitabı olduğunu öğrenip onu da okudum. Bu arada, “İyi bir okur, kitap takip etmez, yazar takip eder” sözüne çoğunlukla inananlardanım. Yazarın “Yağmur Başlamıştı” isimli ikinci romanı fena değildi. Ama,

27 Ağustos 2012 Pazartesi

YÖRÜNGE ROMANI (The Gravity)(Tess GERRITSEN)


   
        Sadece yeni okumuş veya okumakta olduğum değil, geçmişte okuyup beğendiğim kitapları da burada tanıtıyorum. Üç yıl kadar önce arayıp zar zor bulabildiğim, okuduğumda da aradığıma değmiş dediğim bu kitap, Tess Gerritsen’in yazdığı, uzay istasyonunda geçen bir bilimkurgu gerilimi olan “Yörünge”, orijinal ismiyle “The Gravity” romanı. Eserin orijinal ismi, “Yerçekimi” olmasına rağmen kitap için “Yörünge” ismini koymak Bilge Kültür Sanat Yayınevi için daha uygun bir seçenek olmuş.
       Yörünge romanında olaylar okyanusun altı bin metre altında bir araştırma ile başlar. Burada olağanüstü ortamda bile yaşayabilen bir canlının varlığına okur olarak şahit oluruz. Daha sonra kontrol altındaki bir virüs, bilimsel bir araştırma amacıyla uzaya, Uluslararası Uzay İstasyonu’na gönderilir. Böylece, zorlu bir süreç, ölüm kalım mücadelesi de başlamış olur. Yerçekiminin olmadığı, ağırlıksız ortamdaki Uzay İstasyonunda yaşamak zaten çok kolay değilken, bir de kontrolden çıkmış olan bu virüsü bertaraf etmek, hem uzay ekibindekiler için, hem de NASA dahil olmak üzere dünyadaki uçuş kontrol ekibi için hiç kolay olmayacaktır.
    Yazar, romanında uzaya yolculuk yapıp dönmekle ve bir Uluslararası Uzay İstasyonu’nda yaşamakla ilgili önemli bilgileri bize işlediği konunun paralelinde naklediyor. Romanı bitirdiğimde yazarın bu romanı yazabilmek için sıkı bir araştırma yapmış olduğunu düşünmüştüm. Yazarın Kasım 2011’de İstanbul Kitap Fuarı’na imza günü için katıldığını gördüğümde yazarla tanışmak ve konuşmak istedim. “Çırak” isimli kitabını alıp “Yörünge (The Gravity) romanını okuyup çok beğendiğimi, bu roman için çok araştırma yapıp yapmadığını sorduğumda, haftalar boyu araştırma yaptığını, NASA da dahil olmak üzere bir çok bilimsel kuruma gittiğini belirtmişti. 
       Roman, salt teknik konularla dolu bir gerilim bilimkurgu romanı değil elbette. Yer yer duygusal olayların yaşandığı; sevgi, özlem, yaşamın değeri gibi konuları da başarıyla romanda barındıran güzel bir eser. Romanı, şu anda piyasada ikinci el de dahil olmak üzere bulmanız oldukça zor. Bu nedenle eğer bir şekilde bulursanız kaçırmayın derim. Bu arada romanın (üçüncü) yeni bir baskısı niçin

20 Ağustos 2012 Pazartesi

DOĞADAKİ SAĞLIK – AYHAN ERCAN (KİTAP)



   İçindeki bilgilerden çekilmiş fotoğraflarına kadar gayet güzel hazırlanmış bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Türkiye Aktarlar ve Baharatçılar Derneği Başkanı ve bir bitki uzmanı olan Ayhan Ercan’ın hazırladığı “Doğadaki Sağlık” isimli kitabını sizlere tanıtayım.
    “Doğadaki Sağlık 50 Mucize Bitki-100 Mucize Kür” isimli kitabın ilk bölümünde adaçayından zencefile, biberiyeden yaban mersinine, çörek otundan sarı kantarona kadar, uzun yıllar sonucunda edinilen tecrübelerle yararlı ve şifalı olduğu öğrenilmiş onlarca bitkiden ve bunlarla uygulanabilecek kürlerden bahsediliyor. Her bir bitkinin kolayca tanınabilecek şekilde birkaç fotoğrafı da yazılara eşlik ediyor. 
     Örneğin, benim de sevdiğim ve değeri bizde pek bilinmeyen bir bitki olan zencefil konu edilirken, bitkinin kullanıldığı hastalıklar, zencefil ve artrit (romatizma), zencefil ve mide bulantısı, vitiligo, dolaşım bozukluğu, sinüzit, alerji, hazımsızlık ve reflü ilişkileri kısa kısa anlatılmış. Daha sonra da zencefilin macun olarak yapımı, çay olarak yapımı, tentür hazırlama şekli, salatalarda ve şeker hastaları için kullanımı gibi alt başlıklarla nasıl kullanılması gerektiği açıklanmış. Ayrıca bitkilerin yanı sıra Himalaya tuzu, arı sütü, propolis gibi diğer doğal ürünlerden ve bunların kullanım şekillerinden de bahsedilmiş. Özellikle Himalaya tuzu hakkında, geniş kapsamlı olarak hazırlanmış bölümü beğendim.   
  Kitabın ikinci bölümünde bazı hastalıklardan ve bu hastalıklarda kullanılabilecek bazı destekleyici kürlerden bahsedilmiş. Alerjiden karaciğer rahatsızlıklarına, böbrek rahatsızlıklarından varise kadar otuza yakın rahatsızlık için bazı bitkisel kürler tavsiye edilmiş.
     Kitabı hazırlayan Ayhan Ercan, televizyonda bazı programlara katılan bir bitki uzmanı olarak tanınıyor. Ben kendisini televizyonda henüz görmediysem de kitabının önsözünde belirttiği

ÇİZGİ ROMANDAN SİNEMAYA UYARLAMALAR-2: AZAP YOLU (Road To Perdition)


     Bu ay, film uyarlaması yapılmış olan “Road To Perdition” isimli çizgi romandan ve filminden bahsedeceğiz. Ülkemizde “Cehennem Yolu” ismiyle çizgi romanı yayınlanmış olan; dünyada da artık bir çizgi roman klasiği olarak kabul gören, dokuzuncu sanatın bu eşsiz eserinden uyarlanan “Azap Yolu” isimli filmi de gerçekten başarılı bir film uyarlaması olmuştu. Road To Perdition çizgi romanını ve filmini keşfetmeye başlayalım. 

 
ROAD TO PERDİTİON ÇİZGİ ROMANI:
    
      Ülkemizde de Cehennem Yolu ismiyle yayınlanmış olan Road To Perdition çizgi romanı (ya da grafik romanı) Max Allan Collins tarafından yazılmış ve Richard Piers Rayner tarafından çizilmiş ve ilk olarak 1998 yılında DC Comics markası altındaki Paradox Press etiketi ile yayınlanmış bir eserdir.  

 Road To Perdition Çizgi Romanının Yazarı Max Allan Collins ve Çizeri Richard Piers Rayner

  Halen 64 yaşında olan yazar Max Allan Collins, oldukça üretken bir roman ve çizgi roman yazarıdır. Bazı Batman, Dick Tracy albümlerini ve TV dizi senaryolarını yazmış, Ms. Tree isimli bir çizgi roman kahramanı yaratmış, birçok filmin vizyona girdikten sonra romanlaştırılmasında isim sahibi olmuştur. Yazarın, “Private Eye Writers Of America’s Shamus” gibi aldığı önemli ödüller bulunmaktadır. 
       Yazar, Road to Perdition’ı yazıp bunun önce çizgi romana sonra filme aktarılmasından sonra bu eserin romanını yazmış, daha sonra da “On The Road To Perdition Book” ana başlığı altında, değişik çizerlerle çalışarak, aynı kahramanlara daha ayrıntılı odaklanan üç farklı çizgi romanın (Oasis, Sanctuary ve Detour) yazarlığını da yapmıştır. 2004 ve 2005 yıllarında Road To Purgatory (Araf Yolu), Road To Paradise (Cennet Yolu) romanlarını yazarak Cehennem-Araf-Cennet üçlemesini baba Sullivan’dan oğul Sullivan’ın serüvenlerine kadar sürdürmüştür. Bu romanlar çizgi romana (Cehennem olanı “Road To Perdition” hariç) uyarlanmamıştır. Yazarın yaptığı tüm bu eserleri, ilk yayınlanan Road To Perdition çizgi roman senaryosu kadar çok başarılı olmamış, ses getirmemiştir.
       Yazar Collins, eserini yaratırken önemli araştırmalar yapmıştır. Fakat, ilginç bir durum olarak çizer Rayner ile eserin tamamlanması sürecinde hiç karşılaşmamışlardır. İncelediğimiz bu eserin başarısını sadece yazara dayandırmak doğru olmaz. Yazar, bu eseri yazarken Japon mangası “Lone Wolf and Cub” isimli eserden esinlendiğini açıkça söylemiştir. Çok iyi yazılmış bu eserin çizgi romana dönüştürülmesi ise tam anlamıyla bir şaheserdir ve bunu yaratan da