23 Kasım 2011 Çarşamba

NEREYE KADAR (Öyküm)

                                    
                                                                                    
                                                                                                                                  Ashua Dergisine Teşekkürlerimle...



                                                                                      Öykü için Desen: Rıdvan Şoray                                                                                     

   Her şey geçen sene yaptığım uçak yolculuğu ile başladı. İlk defa onları o zaman gördüm ve kaderim değişti. Sadece benim kaderim değil, ailemin kaderi de...
   Tabii, önce kendimden kısaca bahsedeyim. Ankara’da seçkin bir üniversitede öğretim görevlisiyim ve bir bilim kadınıyım. Öğretim görevlisi mesleğime şimdilik ara verdim. Daha sonra ne zaman başlarım bilmiyorum. Eşim de çalışıyor ve çocuğumuz var. Evet, hepsi şimdilik bu kadar. Daha fazla bilgi veremem. Başımız şimdi anlatacağım durumdan kurtulursa veya başka gelişmeler olursa, sanırım kamuoyu önünde konuşacağım. Bu durumumuza çok fazla üzülmüyorum. Sonuçta benim bilinçli tercihlerim ve ailemle birlikte aldığımız ortak bazı kararlar sonucunda şimdiki durumumuzdayız. Gözlerden uzak bir yerdeyiz, telefon, bilgisayar ve kredi kartı kullanmıyoruz. Belirsiz aralıklarla yer değiştiriyoruz. Evet, kısaca kaçıyoruz. Neden ve kimden mi? Anlatacaklarım, bu sorulara kısmen cevap verebilir. Bunları anlatmamın esas nedeni, insanları uyararak mevcut durumu kendi lehimize ve insanlığın lehine çevirmek. Gerçi bu hiç kolay olmayacak, farkındayım. Anlatacaklarıma inanıp inanmamak, size kalmış. Fakat hiç olmazsa internette biraz araştırma yaparsanız, belki o zaman bana hak vermeye başlarsınız. Sözü daha fazla uzatmadan başımızdan geçenleri mümkün olduğu kadar duygusallığı ve hissettiklerimi işin içine karıştırmadan anlatmaya başlıyorum:
     Konuyu daha fazla merak etmemeniz için söyleyeyim. Esas konu, uçaklardan çıkan izler. Evet, doğru; uçakların seyir halinde uçarken gerilerinde bıraktıkları, beyaz renk tonlarındaki izler. Çoğu masum olsa da, bir kısmının hiç de masum olmadığı o baş belası izler... Tebessüm ettiğinizi görür gibiyim. Hem mesleki yaşantımda hem de özel yaşantımda bir bilim insanı olmanın şüpheciliğini daima taşıdım. Her görünene ve her sonuca hemen bir etiket vurmadan yaşadığım için zannedebileceğiniz şekilde paranoyak da değilim.
     Dediğim gibi esas başlangıç, geçen sene yaptığım bir uçak yolculuğu sırasında başladı. Avrupa’da bir ülkedeki üniversitede yapılan seminer çalışmasına üniversitem adına katılmış ve Türkiye’ye dönüyordum. Uçakta pencere yanındaki koltukta elimdeki magazini karıştırırken, zaman zaman da uçağın penceresinden dışarıdaki güzelliği kaçırmamaya çalışıyordum. Batmak üzere olan akşam güneşinin yeryüzünde ve küçük bulut kümeleri üzerinde bıraktığı muhteşem renklere bakarken onları gördüm. Bir uçaktan çıktığı belli olan, beyazımsı, kalın ve uzayıp giden izler. Garip olan şu ki; bu izler baklava dilimleri gibi birbirlerini kesiyorlardı. Yani belirli aralıklarla yan yana uzayıp giden izler ve bir de bu izleri doksan derecede kesen yan yana diğer izler. Bir kentin üstünde adeta havada asılı kalmışlar, atmosferde yok olmamışlar, sanki inadına kalınlaşıp şişmişlerdi. Hayatımda hiç görmediğim geometrik desenli ve havada kaybolmayan izler...Uçuş seviyemizin birkaç yüz metre kadar aşağısında oluşan bu izleri biraz da merak duygusuyla fotoğraflamak istedim. El çantamdan makineyi çıkartıp iki poz çektim. 

                     

Ankara’ya indikten sonra bu durumu unutmuştum. Fakat, o günün gecesinde gördüğüm garip ve tedirgin edici bir rüya, sanki bunu unutmamamı söylüyordu. Belki de başka bir mesaj taşıyordu: Uyarı gibi ...
      Rüyamda evimizin yakınında o beyaz izler havada çoğalıyor, çoğalıyor ve birbirlerini keserek adeta bir balık ağı görünümünü alarak tüm gökyüzünü kaplıyordu. Bunların gittikçe kalınlaşarak aşağı doğru süzülüşlerini de ailemle birlikte balkondan seyrediyorduk. Gittikçe tedirgin olmaya başlarken bu izler beyazdan griye ve sonra da koyu gri renklerine dönüşüyorlar ve evimizin üzerini ve çevremizi sarmaya başlıyorlardı. Ben ve ailem panik halinde evin içlerine doğru kaçışırken ben, irkilerek bu kâbustan uyanmıştım. Eşim yanımda, uykusunun derinliğinde bir şeyden habersiz yatarken, can sıkıntısından sabahı zor etmiştim. Rüyalara pek inanmam, ama bundan etkilenmiştim. Bilinçaltının bir oyunu deyip üstüne düşmedim.
      Bundan sonra bu konu ile ilgili aralıksız araştırmalarım başladı. İnternette arama motorunda “uçaklardan kalan izler”, “uçak izleri”, “ gökyüzünde izler” şeklinde önce Türkçe sözcüklerle aramaya başladım. Tahmin edebileceğiniz gibi pek bir şey bulamadım, aramalarımı İngilizce sözcükler üzerinden yapmam gerektiğini anladım. Bu İngilizce kelime “contrails” idi. Yani, uçakların uçuşu esnasında, normal atmosferik şartlarda oluşan, gerilerinde bıraktıkları yoğunlaşmış egzoz yakıt dumanı ve kristalleşmiş su buharı karışımının izleri.  Aradığım sanki bu değildi. Biraz daha araştırdım ve nihayet aradığım şeyi ve ona takılan ismi öğrendim: Chemtrails. Kısaca söylemek gerekirse, normal uçak duman izlerinin içinde normal olmayan bazılarının, içinde kimyasal ve biyolojik partikülleri barındıranlarının kasıtlı olarak halkın ve yerleşim yerlerinin üzerine bırakılması olarak açıklanabilir. Hiç de masum olmayan bu durumdan bazı ülke hükümetlerinin sadece ilgili kesimlerinin haberdar olduğunu, bazılarının ise olmadığını öğrendim. Bazı siteler bunun bir komplo teorisi olduğunu söylüyorlar, bazıları ise çekilen fotoğraf ve filmlerle bunun gerçekliğini ispatlamaya çalışıyorlardı. Konu, kısmen de olsa mesleki ilgi alanıma girdiği için araştırmalarım günlere, haftalara yayılarak devam etti. Bu sırada benzer bilgilendirme çalışmalarının benim ülkemde olup olmadığını merak ettim ve merak ettiğim bu konuda, medyanın takip edilmesi işini yapan bir şirketle anlaşarak aradığım anahtar kelimeleri verdim. Bir süre sonra şirket tarafından bana teslim edilen CD’yi inceleyince gördüm ki maalesef neredeyse hiçbir medya organında bu konular yer almamıştı. Biri hariç: Ashua isimli aylık bir derginin 2007 yılı Kasım sayısında bunlar tüm açıklığı ile yer alıyordu.
     Gerek üniversitedeki, gerekse evimdeki bilgisayarlarımda belge, görüntü ve fotoğraflardan oluşan kayda değer bir veri tabanı oluşturdum. Bunlardan en değerli olanları, yurtdışında akademik kariyerleri olan bazı bilim insanlarının ve bazı araştırmacıların internet üzerinden benimle paylaşmış oldukları fotoğraf ve filmlerdi. 


            
Konu, tüm incelemelerim sonucunda benim açımdan kuşku boyutundan çıkıp inanma boyutuna gelmişti. Konuyu üniversitenin yayın organına ve internet sitesine taşıma isteğim önce kuşkuyla karşılandıysa da sonra kabul edildi ve yazıyla bana bildirildi.
      İlginç olan şu ki, son bir kaç haftadır Ankara’da dışarıya çıktığımda gözüm çoğunlukla yukarılarda gökyüzünde oluyor, dikkatimi ve gözlerimi gökyüzüne yöneltmekten kendimi alıkoyamıyordum. Sonunda, ilk defa yurtdışında uçakta iken onları gördükten aylar sonra bu defa onları kendi ülkemin gökyüzünde gördüm. Biraz şaşkınlık, biraz panik, hatta bir parça da sevinçle hafif bir çığlık atıp onları yine fotoğrafladım.
      Artık, gerek aile sohbetlerimizde, gerekse üniversite ortamı sohbetlerinde “chemtrails” konusunu bana soruyorlar veya sormazlarsa da ben konuyu buna bir şekilde getiriyordum. Üniversitede bir arkadaşım, bu konuştuğum konuları diğer öğretim görevlilerine ve dinlemeye istekli öğrencilere bir sunum ile anlatmamın yararlı olacağını ve bunu fakülte yönetimine  teklif etmemizi tavsiye etti. Yaptığım teklif kabul edildi ve ilginç bulunan bir konu da olduğu için kalabalıkça bir izleyici kitlesine fotoğraf ve film destekli mültimedya sunumumu yaptım. Sunumumda chemtrails olarak adlandırılan bu izlerin içeriğinde sağlığa zararlı alüminyum oksit tozları, baryum stearat ve titanyum maddeleri olduğundan; bunları püskürtme amaçlarının nüfus kontrolünden, zihinlerin kontrol edilmesine; Amerika’nın pek de masum olmayan ve dünya atmosferinin çeşitli art niyetli amaçları gerçekleştirmeye aracılık eden HAARP teknolojisini destekleme amaçlarından insanların dolaylı olarak çeşitli hastalıklara yakalanmasına kadar bir çok konudan bahsettim. Bunu elimdeki belge, film ve fotoğraflarla desteklemem sanırım iyi etki yaptı. Bu konuların ispatına ve ayrıntısına maalesef şimdi giremiyorum. Bu yazımın amacı bu değil. Yaşadıklarımı size açıklamam bence yeterli. Sunumumu, “Nereye kadar bu yapılanlar sürecek, nereye kadar bunları gerçekleştirenler bu cesaretlerini devam ettirebilecekler ve nereye kadar bizler kendimizi rahat hissedebileceğiz? Bunu zaman gösterecek sanırım” diyerek bitirdim. Dinleyenlerden gerçekten güzel ve yoğun bir alkış aldım. Sonradan anladım ki, bu yaptığım sunum bir kırılma noktası idi. Bundan sonra hemen her şey tersine dönmeye başladı.
       Ertesi hafta başında, fakülte yönetiminden bu konuyla ilgili olarak, üniversitenin yayın organında ve internet sitesinde yayınlanma izni verilen çalışmamın “...sansasyonel ve komplo teorilerine açık bu tür konulardan çok; daha çok önem arz eden  ve daha bilimsel temeli olan diğer konular üzerinde yoğunlaştırılması gerektiği ve söz konusu konunun şimdilik iptal edildiği....” yazıyla bildirildi. Bu soğuk duş etkisi tam olarak bitmeden, yine birkaç gün sonra bir akşam evde yemeğimizi yedikten sonra bilgisayarımdaki bazı dosyaları düzenlemek istedim. Bir süre sonra bilgisayarımın aşırı yavaşladığını ve mouse cihazının zaman zaman kontrolümden çıktığını ve zor hareket ettiğini gördüm. Bilgisayarı kapatıp açmalarım ve virüs taraması yapmam sorunu çözmedi. En sonunda bilgisayar birden karardı. Açamayınca anladım ki bilgisayarım çökmüştü. Önce, sabit diskimdeki veriler acaba yok oldu mu diye paniğe kapıldım. Eşim endişelenmememi, ertesi gün akşama doğru kendi yakınının sahibi olduğu bilgisayar şirketine bilgisayarımı teslim ederek sorunu giderebileceğimizi belirtti.
       Ertesi gün üniversitedeki odamda çalışırken inanılması zor ama, benzer bir olay başıma geldi.  Dersimden çıkmış, yine bilgisayarımda bana gelen mesajları kontrol ediyordum ki dün akşam yaşadığım şekilde mouse cihazım kontrolden çıktı ve ekran birden karardı. Ben olayın şokunu atlatamamışken yan tarafımdaki diğer öğretim görevlilerin koridora çıkıp “Ne oldu, niye kapandı?...” şeklinde söylendiklerini duydum. Ben de koridora çıktığımda inanılmaz gerçeği anladım. Fakültenin tüm bilgisayar sistemi kilitlenmişti veya kapanmıştı. Sistem bir ethernet ağı şeklinde birbirine bağlı olduğu için tüm fakülte bundan etkilenmişti, ama niye? Yoksa, yoksa? Olabilir miydi? Bir buçuk saat sonra beklediğimiz açıklama geldi. Tüm sistem, evet tüm sistem çökmüştü. Bilgisayarlarımızın bağlı bulunduğu ana serverda önemli bir sorun vardı, en azından yarın sabaha kadar sistem ve tabii bilgisayarlarımız çalışamayacaktı. Ben hala olayları anlamlandırmaya çalışırken etrafımda söylenen “Fena mı biraz da kafamızı dinleriz” sözlerini ve takip eden gülüşmeleri seyrediyor ama gülemiyordum.
     Akşama doğru eve döndüğümde, eşimi ve bilgisayar şirketinden gelen genci bilgisayarımın başında gördüm. Eşime fakültenin bilgisayar sisteminin de çöktüğünü söyleyince birbirimize bir süre bakarak kafalarımızdaki acabayı anlamlandırmaya çalıştık. Şirketten gelen gençle de biraz sohbet ettik. Bilgisayar başında yaşadıklarımı dinledikten sonra büyük bir ihtimalle bunun bir “hacker” işi olduğunu söyledi. Eski kullandığım virüs tarama programının çok yetersiz olduğunu, bir miktar ücretle gerçek bir virüs tanıma programı ve firewall denen koruma sistemini önerdi. Eşim, öncelikle verilerin kurtarılmasının önemli olduğunu sonra bunların da olmasını istedi. İki gün sonra gelen bilgisayarım, içindeki veriler kurtarılmış ve güçlü bir virüs programı ile korumalı olarak bize teslim edildi. Bilgisayarımdaki veriler, yedek ve taşınabilir bir sabit diske de yüklenmişti. Bundan sonra bilgisayarıma her girme teşebbüsünde programın bu saldırıyı etkisiz hale getirerek bana bunu bir uyarı mesajı ile bildireceğini söylediler. Keyfim biraz yerine gelmişti. Ertesi gün üniversitenin rektöründen hiç beklemediğim bir telefon aldım. Rektör, benim değerli bir bilim kadını olmamdan ve çalışkanlığımdan bahsettikten sonra son zamanlardaki çalışmalarımın kayda değer olduğunu fakat üniversitenin adının çok daha bilimsel çalışmalarda duyurulmasının daha önemli olduğundan bahsetti.  Ben, kendisine teşekkür ettikten sonra mesajının alındığını söyledim. Sonunda da kendisine bu konuda bir telkinde bulunan olup olmadığını sordum. Telefonda nazik bir kahkaha attıktan sonra oturduğu koltukta oturmasının herkesin harcı olmadığını, kendisine telkinde bulunacak kişinin gereken cevabı alacağını söyledi. Söylediklerini anlayıp anlamadığımı sordu. Kendisine zekâ seviyemin söylediklerini anlamam için yeterli olduğunu nazik bir üslup ile söyledikten sonra yüzüne telefonu kapatmamak için biraz bekledim. Yine nazik kahkahasından sonra başarı dilekleriyle telefonu kapattı. Fakültenin bilgisayar sistemi öğleden sonra çalışmaya başladı. Hiç tanınmamış çok güçlü bir virüsün sisteme girmiş olduğu, sistemin uzun uğraşlardan sonra yeniden kurulduğunu öğrendik. Bilgisayarlardaki belgelerimiz yerinde duruyordu. İş çıkışı öncesi, eve benden biraz daha önce gelen eşim telefonla aradı. Akşam yemeği için almayı unuttuğu malzemeleri söyledi. Telefonun adeta yankı yaptığını ve sesin bir parça metalik bir tını taşıdığını fark ettim. Eve dönünce eşime rektörün aramasından ve telefonla ilgili bu durumu söyledim. Eşim, sinirlerimin bir parça bozulduğunu ve hafta sonunda yakın bir yerlere gezmeye gitmemizin iyi olacağını söyledi. Üstelemedim.
     Yemek sonrası yine bilgisayarımda çalışırken, bir ara sağ alt köşede virüs programından İngilizce olarak bir uyarı mesajı gördüm. Bilgisayarıma bir saldırı teşebbüsünde bulunulduğu ve bunun etkisiz hale getirildiği belirtiliyordu. Kısa aralıklarla bu uyarıyı tam altı kez gördüm. İçimden işte gerçek bir virüs programı demiştim. Yine yanılmıştım,  yarım saat kadar sonra, aynı birkaç gün öncesinde olduğu gibi ekran karardı, bilgisayar çöktü. Duygularımı yazmak istemediğimi söylemiştim ama yazıyorum: Sinirimden veya belki çaresizliğimden kendimi koyuverdim, ağladım. Sesimi duyan eşim beni ve ekranı görünce durumu kavradı. Bana sarılarak konuştu, beni teskin etti.
     Ertesi gün fakültede bilgisayarıma dokunmak veya görmek bile istemiyordum. Derslerimi biraz moral bozukluğu içinde verdim. Uyanık öğrenciler birbirlerine bakıp bu moral bozukluğunu anlamaya çalıştılar. Ben de dersin sonunda beni affetmelerini, biraz yorgun olduğumu belirttim. Ders çıkışı odamda kendimi biraz toparladım ve daha dirençli olmam gerektiğini anladım. İnceldiği yerden kopsun bakalım diyerek telefona sarıldım ve peş peşe Ankara içinde ve dışındaki diğer üniversitelerdeki benim bölümümde bulunan tanıdığım ve tanımadığım bilim insanlarını aradım. Kendilerine geçen hafta yaptığım sunumdan bahsederek bu bilgileri üniversitelerindeki ortamlarda da sunabileceğimi belirttim. Gerçekten ilgilenenler oldu. Üniversitelerin yönetimlerine teklif edeceklerini söyleyenler de oldu. Biraz daha rahatlamıştım. Hafta sonu için yapacağımız geziye fakülteden bir arkadaşım ve eşinin de katılması için telefonla konuştuk. Gezi rotamızı ve buluşacağımız saati de kararlaştırdık.
     Cumartesi günü arabamızla yola çıkarak arkadaşımın semtine ve evinin önüne gittik. Hafta içinde yaşadıklarıma sünger çekmek istiyordum. Her şeyi unutmuşçasına neşe içinde yola koyulduk. Önümüzde arkadaşım ve eşi yol alıyordu. Eskişehir yolu üzerinde giderken eşim sık sık aynadan arkasına bakmaya başlamıştı. Bir sorun olup olmadığını soruyordum ki arkadan gelen tır aracının bizi sıkıştırdığını fark ettim. Bizim hızımıza aynı hızla cevap veren bu araçtan korkmaya başlarken ani bir çarpmayla yolun dışına savrulduk. Aracımız iki takla atıp durdu. Takla sonrası önce afallamış haldeyken sonra hemen çocuğuma bakıp iyi olup olmadığını sordum. Hepimiz iyiydik. Emniyet kemerlerimiz ve hava yastıkları muhtemel kötü sonuçları önlemişti. Bize ilk müdahaleyi yoldan geçen vatandaşlarımız yaptı. Kısa bir süre sonra ambulansla hastaneye götürüldük. Hastaneye giderken gezi arkadaşım ve eşi de bize yetiştiler. Ayakta tedavi ile bir süre istirahat alarak taburcu edildik. Olayın soruşturması devam ediyormuş. Benim gördüğüm ve eşimin de onayladığı bir gerçek var: O tır bize kasıtlı olarak çarptı... Niye?
     O akşam çocuğumuz yattıktan sonra eşimle baş başa konuştuk. Bana daha önce hiç bahsetmediği  şeylerden bahsetti. Dünyayı çeşitli şekillerde kontrol eden Illuminati örgütünden ve bunun gücünden, tüm dünyadaki önemli iletişim trafiğini, telefonları, internet trafiğini izleyebilen Echelon sisteminden ve diğer konulardan. Arı yuvasına çomak sokmanın bedelini ödetmek istedikleri gibi bir durum vardı ortada. Hemen ertesi gün evimizden ayrılıp uzaklara gitmemiz gerektiğine karar verdik. Eşim ve ben zaten, kaza sonrası bir süreliğine izinliydik. Sonrasını da pek düşünmedik. Maddi durumumuz buna uygundu. Taşınabilir sabit diskim de dahil olmak üzere önemli eşyalarımızı toparladık ve yolculuk maratonunu başlattık. İki farklı yerde kaldıktan sonra üçüncü yerimizde biraz daha fazla süreyle kaldık.
    Değişik yerlerde bulunduğumuz için sabit olarak nitelendirebileceğimiz bir adresimiz olmuyordu. Yerimizi kimse bilmiyordu. Hayır, bu saf bakış açımızla maalesef yanılmıştık. Bundan bir ay kadar önce kaldığımız üçüncü yere posta idaresinden benim adıma bir zarf geldi. Gönderen belli değildi fakat, gönderilen zarfın Ankara çıkışlı olduğu görülüyordu. Şaşırarak açtım ve içinden çıkanı okuyunca bir çığlık attığımı hatırlıyorum. Sanki bir kâbustaydık. Zarfın içinden çıkan notta sadece iki kelime yazıyordu: “Nereye Kadar”.
      Bize zarf gönderilen yerden kaçarak ayrıldığımızı söylemem herhalde gereksiz. Size belki de bir bilimkurgu veya komplo teorisi öyküsü gibi gelebilecek bu durumları yaşadım. Şimdiki yerimizi “umarım” onlar bilmiyordur. Bundan sonra neler olacak bilmiyorum. Fakat, bu şekilde bir hayat sürdürerek  “kaçış” durumunda olmamızın artık bitmesi gerektiğine ben ve eşim inanmaya başladık. Bedel öder miyiz? Bilmiyorum. Elbette bizim de aldığımız bazı güzel tedbirler var.Bize bu aşamada zarar vermeleri onlar için de pek iyi olmayacaktır. Öncelikli amacımız çocuğumuzu korumak. En önemli çıkış yolu olarak, bu konuyu sorgulayan ve araştıran insanların zaman içerisinde çoğalmasını görüyoruz. Basında, televizyonda bu konuda çok sayıda haber, belgesel ve diğer programların yayınlanması gerektiğine inanıyoruz. Yoksa kaçışımızın gerçekten nereye kadar süreceğini biz de bilmiyoruz. Nereye kadar?....          

Not: Yukarıdaki öyküm ilk olarak, Gölge e-derginin Öykü Özel 2 nci sayısında 15 Temmuz 2009’da yayınlanmıştır. Bu öykü ile birlikte toplam 25 “Kaçış” konulu öykünün bulunduğu bu elektronik dergiyi http://rapidshare.com/files/255970629/golgeoyku2.pdf  adresinden ayrıca bilgisayarınıza indirebilir, diğer öyküleri de okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder